Dünyaya teşrif eden insanoğlu, bir \”tabula rasa\” olarak, yani \”hiçbir şey bilmez\” (Nahl, 78) olarak gelir. Daha sonra burada bazı şeyler öğrenir. \”Taallüm\” ve \”tekemmül\”ünü burada tamamlar. Bu taallümle tekemmülü ve insanın ruhî şahsiyetinin oluşmasını ise din tekeffül eder.
1-FERDÎ FARKLAR VE KİŞİLİK
Psikoloji, birtakım özel olaylardan genel kaidelere ve kanunlara gitmek ister. Ayrı ayrı olayların benzer taraflarını görerek değerlendirir ve bir kaide halinde sonuç çıkarır. İnsanlar şöyledir, şu gibi durumlar karşısında şöyle bir davranış gösterirler gibi. Halbuki ferdî farklar konusu, psi-kolojinin bu kaidelerine birer istisna getirir. Böylece bir noktaya kadar psikolojinin ilim olma iddiasına da gölge düşürür. Ancak, ferdî farklar konusundaki bildiklerimiz de psikolojinin bir başarısı olduğuna göre psikolojinin ilim olmasına katkısı da olmaktadır.
İnsanların parmak izleri ne kadar taklitten uzak bir orijinallik arzediyorsa, onların yüzleri ve ruhî kimlikleri olan şahsiyetleri de o kadar orijinaldir. İnsan, bu benzer ve farklı tarafları ile sosyal çevrede şahsiyetini ortaya koyar. Bu durum onun verasetle getirdiği özelliklere olduğu kadar, aile çevresinde, okulda ve içinde bulunduğu toplumda yaşadığı tecrübelere de bağlıdır.1
İnsanlar birbirinden farklıdır, bu fark onların derece derece zekâlarında, duygu ve heyecanlarında, özel kabiliyetlerinde vs. kendini gösterir. Aynı durum ve şartlar altında farklı duyuş, düşünüş ve davranış içinde bulunabilirler. Halbuki çoğu zaman biz, başkalarının da bizim gibi düşünmesini; aynı durum ve olaylar karşısında bizim gibi tavır takınmasını bekleriz. Hattâ başkalarını, bizim gibi düşünüp bizim gibi davranmadıkları için suçlarız. Bu yüzden ken-dimizi haklı, başkalarını haksız görürüz. İnsanlar arası ilişkilerde birtakım problemler de hep bu yüzden çıkar. Yani başkalarını anlayamamak yüzünden. Eğer kendimizi dinlemeyi, bencil duygularımızı tatmin etmeyi bir tarafa bırakarak biraz da kendimizi başkalarının yerine koyarsak, meselelere ve hâdiselere o açıdan bakarsak, o takdirde farklı düşünce ve davranışların sebebini anlamak, insanlarla olan ilişkilerimizde daha yapıcı olmak mümkün olacaktır. Hedeflerin farklı istikametlerde olduğunu görerek sosyal bütünlük içerisinde kendimize tanıdığımız hakları başkalarına da tanımak suretiyle sosyal uyum sağ-lanmış olacaktır. Elbette bu durumun ferdî olduğu kadar sosyal bir yönü de vardır. Bu konudaki başarı tek tek fertlerin başkalarını düşünmeleriyle değil, bu fertlerin işbirliği halinde oluşturduğu sosyal uyumun bir sonucu olarak elde edilecektir. Yani mesele fertte başlasa da fertte bitmemektedir. Toplumun uyumlu bir yapıya sahip olması da gerekmektedir. Bu da fert olarak sağlıklı bir şahsiyet, toplum olarak da ahenkli, mütecanis (homojen) bir kültür ve toplum işidir.
Şahsiyet, ferdî farklar konusunun özünü teşkil eder. Çünkü her fert bir şahsiyete sahiptir demek; başkalarına benzeyen, onlarla ortak özellikleri taşıyan yönleriyle birlikte kişiyi diğerlerinden ayıran özelliklerin bulunduğunu da ifade etmektir. Bu bakımdan şahsiyet, \”bir kimseyi başkalarından ayıran ve onu \”kendisi\” yapan devamlı özelliklerin meydana getirdiği yapı,\”1a olarak tarif edilebilir.
Şahsiyetin bir sosyal, bir de ferdî yönü vardır. Buna kişinin toplum içindeki kimliği ile yalnız kaldığı zamanki kimliği de diyebiliriz. Sağlıklı bir şahsiyette bu iki yönün bir bütünlük arzettiği görülür. Bütünlük derken hem bir davranış uyumu, hem de bunun devamlılığı söz konusudur. Bunun için de gerek ruhî yapıda (duygu, düşünce, inanç, kanaat, motivasyon ve davranış) bir bütünlük, gerekse sosyal hayatta bir ahenk, toplumla uyum ve toplumla bütünleşme olmalıdır.
Şahsiyet gelişmesinde kişinin bir değişen, bir de değişmeyen, devamlılık arz eden yönü vardır.2 Bunlar bir denizin yüzeyi ve altı gibidir. Denizin yüzeyi zamanla çeşitli etkilere göre değişir, dalgalanır, ancak alt kısmı değişmez. \”Can çıkar, huy çıkmaz,\” ata sözü kişiliğin işte bu de-ğişmeyen yönünü anlatmaktadır. Burada kişilikle yakından ilgili, çoğu zaman karıştırılan mîzaç ve karakter kavramlarından da bahsedelim: \”Mîzaç dediğimiz zaman, insanın kendine mahsus heyecan halleri akla gelir; insanlar durgun, neşeli, sakin vs. mîzaçlı olurlar. Karaktere gelince, bu daha çok insanın ahlâkî tutum ve davranışlarını belirtir.\”3 Şahsiyetin vasıfları ise çalışkanlık, doğruluk, sabırlılık, sorumluluk sahibi olmak, esprili olmak, saldırganlık ve utangaçlık gibi özelliklerdir.
2-KİŞİLİK VE DİN İLİŞKİSİ İnsanoğlunun maddî varlığı olarak bir bedeni, bu bedenin birtakım ihtiyaçları, özellikleri, istidat ve kabiliyetleri olduğu gibi; manevî varlığı olarak da bir ruhu, bu ruhun ihtiyaçları, özellikleri, istidat ve kabiliyetleri vardır. Kişilik deyince de bunların bir bütün olarak tezahürü söz konusudur. Gözünün renginden yürüyüş tarzına, anlayış seviyesinden duygu ve irâdesine kadar her şey bu kişilik kavramı içindedir.4 İşte bu yazımızda ruhî ihtiyaçlardan biri olarak dînin insan şahsiyeti üzerindeki etkilerini belirtmeye çalışacağız.
İnsanoğlu, tıpkı bir çiçeğin tohum olarak toprağa ekilmesinden bir filiz vererek topraktan çıkmasına; daha sonra gerekli bakım ve uygun çevre şartları altında gelişip büyümeye; nihayet bütün varlığıyla kök, gövde, dal, yaprak ve çiçek olarak ortaya çıkmasına; bütün renk, koku, ve özellikleriyle kendini göstermesine kadar, tohumunda bulunan potansiyel güçleri ve imkânları bir çevre ortamında gelişerek ortaya koyması gibi bir gelişim sürecinden geçerek kişiliğini bütün özellikleriyle ortaya koyar. İşte bu şahsiyetin gelişip her yönüyle ortaya konabilmesi için bütün ihtiyaçlarının karşılanması, gereken eğitimin verilmesi ve elverişli gelişim ortamının sağlanması îcab eder. Nasıl ki, çiçeğin gelişmesi esnasındaki birtakım ihmaller (suyunun zamanında ve yeterince verilmemesi, gübre ve ilâçların ihmâli gibi) o çiçeğin gereği gibi gelişmesini engellerse; insanoğlunun da gerek bedenî, gerekse ruhî ihtiyaçları ve gereken ilgi ve rehberlik ihmâl edilecek olursa onun kişiliğinin de gelişmesi aksamış, sağlıklı ve tam bir şahsiyet olarak bütün istidat, kabiliyet ve özellikleriyle kendini gerçekleştirememiş olacaktır. Yani şahsiyetinin bir tarafları eksik kalmış, bazı yönleri tam gelişmemiş olacaktır. İşte insanın temel psikolojik ihtiyaç ve istidatlarından biri de dindir. Bu ihtiyaç tam karşılanmaz ve bu İstidat tam geliştirilmezse kişinin bu yönü zayıf kalacak, bu yönü zayıf olan bir kişi de kendinden beklenen bazı görevleri gereği gibi yapamayacaktır. Sözgelişi, bacakları tam gelişmemiş, kemik gelişimi tam olmamış bir kimse nasıl normal yürüyemez, sağlıklı insanlar gibi ağır yükleri taşıyamazsa; sağlıklı din eğitimi almamış, dînî yönü tam gelişmemiş bir kişi de mesuliyet duygusu tam gelişmediği için kendinden beklenen sağlıklı ve güvenli kişiliği geliştiremeyecek ve gösteremeyecektir.
Çünkü din, kişiyi Allah\’a bağlayan, O\’nun irâdesine teslimiyetle hayatını disiplin altına alan, mesuliyetin, mükellefiyetin ve buna bağlı olarak fazîletin kaynağıdır.5 Kişi bu kaynaktan beslenerek sahip olduğu ferdî ve sosyal bir takım istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek faziletlerini zenginleştirecektir. Nerede fedakârlık yapacağını, nerede kendini ve sahip olduğu maddî ve manevî değerleri savunacağını dinden öğrenecektir. Yine hayatın manâsını, gayesini ve hedefini dinden öğrendiği gibi, aynı inanç ve aynı gaye etrafında toplanarak millet olmanın şuurunu ve gerektiğinde mukaddes bildiği değerler uğrunda ölmesini de dinden öğrenecektir. Din bir kültür, bir yaşama biçimi;6 sosyalleşmenin, birlik ve bütünlük içinde yaşayabilmenin mayası, esası ve harcıdır. Kişi dinle hayatının mânâsını kavrar, toplum ise dinle düzenini sağlar. Bu sebeple din, hem psikolojik, hem sosyal bir gerçektir.
İnsanın insanlığının nirengi noktası dindir. Din olmazsa insan, insanî özelliklerinin birçoğunu tam geliştiremez; duygu, düşünce ve irade arasındaki dengeyi kuramaz. Meselâ, kişi ne kadar menfaatçi, ne kadar fedakâr olacak? Hasbîlik, minnettarlık ve şükran duyguları nasıl gelişecek? Hırsını nasıl yenecek, kanaatkârlık (aç gözlülüğün zıddı, gönül zenginliği), hakkaniyete riâyet ve iz’an sahibi olmak nasıl mümkün olacak? İşte İnsanın bu yönlerini geliştirecek olan da dindir, Din böylece, fert ve toplumu hak ve hakîkat çizgisinde buluşturur, menfaat çatışmalarından ve anlaşmazlıklardan kurtarır.
\”Kişilik ve karakterin oluşumu, doğuştan getirilen ve sonradan kazanılan çok sayıda faktörün etkileşiminin bir sonucudur. Genel olarak îmân ile kişilik arasında karşılıklı bir ilişkinin varlığı söz konusudur. Temelde dînî inanç, bütün kişiliği kapsayıcı bir özelliğe sahiptir. Olgunluk seviyesinde ve tam bir tutum halini almış olan îmân, kişiliği meydana getiren her şeyi kuşatabilen tek ruhî faktördür. Din, duygular, arzular, inançlar, dünya ve toplumla ilişkiler ve davranışlar içinde kendisini gösteren bütün psikolojik hayatı üzerine alır ve her bakımdan kişiliğe nüfuz eder. Aynı şekilde din, ferdin geçmiş hayatı içindeki en karanlık ve derindeki köklerini kavrar; en sürekli, en derin duygusal bağları ele geçirir ve üzerinde aklın karar vermek zorunda olduğu daha büyük tecrübeyi meydana getirir. Böylece mümin, tutum ve davranışın bütün görüntülerini birleştirmeye ve bir yapıya kavuşturmaya yönelir. Yapı, kişiliğin değişik alanlarını bir merkez etrafında birleştirerek toplayan hiyerarşik bir örgüttür. İşte din, kişiliğin yapısına yön veren temel tutumu etkiler ve belirler. Benimsenmiş dînî inançlar, ferdin kişilik yapısında bir bütünleşme meydana getirme gücüne sahiptir. Dînî tutumlara bütünleşme gücünü veren şey, Allah\’a îmândır. Allah\’a îmânın, hayatın bütün parçalarının ve insan faaliyetlerinin her birinin uygunlukla tamamlanıp birleştiği kişilik bütünleşmesini sağlayan psikoloji; insan tabiatındaki zaaf noktalarını ve aşırılıkları dengeleyen ahlâkî etkisini çoğu inananların kendi hayatlarında tecrübe etmiş olduklarını ifade edebiliriz. Îmân kişide yapılanınca, sürekli ve etkili bir motivasyon faktörü olarak, davranışlara kendi bakış açısını benimsetir. Kişi, dinin çerçevesinde kendini bir biçime sokmaya başlamasından itibaren, küçük ya da büyük birçok olumsuz etkiler karşısında îmânını koruyacaktır.
İmân ile kişilik arasında genel olarak karşılıklı bir ilişkinin varlığı müşahede edilmektedir. Dînî inancın kişi tarafından benimsenmesindeki kuvvet derecesi ile, o ferdin kişiliğinin genel yapısı üzerindeki etkisi dikkate değer bir olgudur. Aynı şekilde, kuvvetli ve sağlam kişilik yapısına sahip kimselerin de güçlü inançları olduğu müşahede edilmektedir.\”
Bu genel girişten sonra, şimdi de dînin kişiliği etkileme sürecinde hareket noktası olarak mesuliyet duygusu ile dînin ilgisini belirtmeye çalışalım.
3- MESULİYET DUYGUSU VE DİN
Hayatta kişinin, ferdî ve sosyal birtakım sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar karşısındaki tutum ve davranışları onu, ya başarılı, mutlu, itibarlı ve güvenilir veya başarısız, huzursuz, itibarsız ve güvenilmez bir kişi haline getirecektir. Mesuliyetinin icabını yaparsa, bunun için birtakım fedakârlıklara, zahmetlere ve zorluklara katlanırsa sonuçta başarı, mutluluk, itibar ve güven kazanacaktır. Sorumluluğunu tam olarak idrak etmeyip tembellik edecek ve birtakım sıkıntılara katlanmayacak olursa da başta gönüllü olarak katlanmadığı bazı sıkıntılara fazlasıyla katlanmak zorunda kalacaktır.
İnsanı, hayvandan ayıran özelliklerin başında onun bir akıl ve irade sahibi olması geldiği gibi, aynı zamanda bir din ve musûliyet duygusuna sahip olması da gelir. Aslında insan şahsiyetinin bütünlüğü göz önüne alınınca akıl, irade, din ve mesuliyet duygusu yakın bir ilişki içerisindedirler. Bu sebeple aklı olmayanın dîni ve irâdesinden; iradesi olmayanın da mesuliyet duygusundan söz edilemez.
Allah Teâlâ, bizi böyle mümtaz özelliklerle yaratırken elbette başıboş da bırakmamıştır. Nitekim Kur\’ân-ı Kerîm\’de şöyle buyrulmuştur: \”insan, kendisinin başıboş bı-rakılacağını mı sanır?\”5 Allah âdildir, verdiğinden fazlasını istemez. Bize verdiği imkânlar, fırsatlar, maddî ve manevî zenginlikler, istidat ve kabiliyetler ne ise o nisbette sorumluluk yüklemiştir. Yani akıl, irade ve yetki vermiş; buna karşı da birtakım mesuliyetler yüklemiştir.
Mesuliyet duygusu, kişinin sahip olduğu yüce duygulardan biridir. İnsanoğlunun menfaatçilik gibi bencil; fedakârlık ve vefakârlık gibi diğergâm duyguları yanında; fazîlet, kahramanlık, takdîr, hayranlık ve mesuliyet duygusu gibi dinî ve ahlâkî yüce duyguları da vardır. Bir buğday tanesi uygun bir ortamda nasıl önce bir filiz, sonra boy atarak pek çok yapraklar ve en sonunda olgun bir başak verirse; insanoğlu da doğumundan itibaren önce biyolojik ve bencil, sonra diğergâm veya sosyal, daha sonra da yüce duygularını uygun çevre şartları altında geliştirerek ortaya koyar.
Nasıl bir ağaç köksüz, gövdesiz, dalsız ve meyvesiz düşünülemez ve bunların herbiri o ağacı tamamlayan unsurlar ise, insan şahsiyetinin gelişip bütünleşmesi ve olgunlaşması için de bencil ve sosyal duygular kadar din, ahlâk ve mesuliyet duyguları gibi yüce duyguların da ge-lişmesine ve olgunlaşmasına ihtiyaç vardır.
İşte mesuliyet duygusu bu çerçevede ele alındığı zaman sağlıklı din eğitiminin önemi ortaya çıkar. Çünkü kişinin sorumluluk duyabilmesi için onu herhangi bir davranışa iten veya o davranıştan alıkoyan bir sebep veya müeyyide gereklidir.9 Yani kişi, şöyle yapmak isterse niçin o işi yapmalı veya yapmamalı; yâni onu yapmaktan vazgeçmelidir? Bu noktada kişinin dînî inancı devreye girecek ve yapacağı işin dünyevî ve uhrevî yönünü düşünüp; bu işin ona neler kazandırıp, neler kaybettireceğini hesaba katarak karar verecektir. Bütün bunlar kişide iradenin uygun bir şekilde kullanılabilmesi için gerekli şuur seviyesine ulaştırılmasının, vicdan denilen iç denetim gücünün geliştirilmesinin bir ihtiyaç olduğunu gösterir.10
Kişinin davranışlarının kontrollü olabilmesi ve istenilen yönde yapılabilmesi için mesuliyet duygusunun gelişmiş olması gerekir. Bunun için de kişinin bir dünya görüşüne, bir hayat anlayışına sahip olması icap eder. Şahsiyetinin gelişmesi ve bütünleşmesi, iç ve dış yaşayışları arasında bir tutarlılık, davranışları arasında bir bütünlük olması gerekir. Şahsiyetin oluşması, gelişmesi ve bütünleşmesi açısından da inançların, tutumların ve değerlerin önemi çok bü-yüktür. Kişi inandığı gibi yaşar. İnancına ters düşen bir iş yaptığında, bir davranış gösterdiğinde kendi içindeki mahkemeye karşı sorumluluk duyar, vicdanı onu rahatsız eder. İşte bu mahkemenin iyi İşlemesi, dışarıdaki mahkemelere fazla gerek kalmaması için kişilerin inanç sistemleri, manevî dünyaları sağlıklı bir din eğitimi ile geliştirilip oluşturulmalıdır.
Yüce dinimiz İslâm, kişilere sağlıklı bir eğitimle benimsetilirse, fertler onun inanç sistemiyle kendi içlerinde uyumlu ve huzurlu; ibâdet, ahlâk ve diğer konulardaki emir ve yasaklarıyla da başkalarıyla uyumlu hale geleceklerdir. Herkes kendi sorumluluğunu bilecek, ona göre bir tutum ve davranış sergileyecektir. Yüce Allah: \’Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir*2 buyurmuştur. İslâm bir hayat tarzıdır. Müslüman hayatını ona göre düzenlemek durumundadır. Müslüman kişi, İslâm\’a inanmakla, İslâm\’a girmekle bir sorumluluk yüklenmektedir. Allah vardır, birdir, O, benim Rabbimdir; Hz. Muhammed, Allah\’ın kulu ve Rasûlüdür; Aliah Teâlâ Kur\’ân\’da nasıl yaşamamı emrediyorsa, öylece ya-şayacağım; Hz. Peygamberin bize gösterdiği gibi, öğrettiği ve uyguladığı gibi yaşayacağım, diye Allah\’a söz vermektedir. Bu sözüne riayet etmek durumundadır. Eğer riâyet etmezse dünyada da âhirette de sorumludur. Bu emir ve yasaklara uymanın mükâfatı, uymamanın cezası vardır.
İslâm\’da haklar ve sorumluluklar arasında bir denge vardır. Biz insan olarak haklarımızı daha iyi bilir ve daha iyi takip ederiz de, sorumluluklarımızı pek iyi bilmez ve onların çok iyi takipçisi olmayız genellikle. Halbuki birimizin hakkını alabilmesi için, diğerimizin sorumluluğunu yerine getirmesi bir zarurettir. Hayatın çeşitli safhalarında bazen hak sahibi, bazen de sorumluluk sahibi olabiliriz. Bugün bana, yarın sana. İşte bu şuuru, toplumun bütün fertlerine kazandırabilirsek, o zaman fertte şahsiyet bütünlüğü, toplumda da sosyal bütünlük sağlanmış olacaktır. İslâm\’ın gayesi, mümin kişiyi, başta Yüce Yaratıcıyla, sonra da kendisiyle ve içinde bulunduğu toplumuyla uyumlu hale getirmektir.13 Böyle kişilerin meydana getirdiği mütecanis toplumda ise sosyal, kültürel, dînî ve ahlâkî gelişme de bu ortamda sağlıklı bir şekilde kendini gösterecektir.
4- MESULİYET DUYGUSUNUN GELİŞMESİ VE ŞAHSİYET BÜTÜNLEŞMESİ
Kişide mesuliyet duygusunun gelişmesi için sağlıklı bir din eğitimine ihtiyaç vardır. Mesuliyet duygusunun gelişmiş haline biz vicdan da diyebiliriz. Yahut kişide vicdan denilen bir iç mahkeme oluşur ve çeşitli durum ve davranışlar esnasında işlerliğini kazanırsa o kişide mesuliyet duygusu gelişmiştir, diyebiliriz. Öyleyse mesuliyet duygusunun gelişmesi, kişide şahsiyetin gelişmesi ve bütünleşmesine yardımcı olacaktır.
Şahsiyetin bütünleşmesi, kişinin bedenî, zihnî, duygusal, sosyal, dînî ve ahlâkî bakımdan gelişmesini tamamlamasıyla mümkündür. Bir başka ifadeyle kişinin bedenî ve ruhî bakımdan gelişmesi, kendi içinde uyumlu ve çevresiyle de uyumlu hâle gelmesi gerekmektedir.14 Böy-lece önce bir iç bütünlük yani, zihin, duygu, inanç ve iradenin kaynaşması, uyumu ve bütünleşmesi sonucu bir iç huzuru meydana gelecek, daha sonra da bu içteki oluşum tutarlı, dengeli tutum ve davranışlarla dışa yansıyacaktır. Sağlıklı kişilik, böylece kendini gösterecektir. İşte bu iç ve dış bütünlük gereği gibi sağlanamadığı zaman şahsiyet bütünleşmesi gerçekleşememiş demektir. Bu bütünlük kurulduktan sonra kişinin gerek iç dünyasına ve gerekse buna bağlı olan dış dünyasına hakim olması; duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını kontrol altına alabilmesi mümkündür. Eğer bazen yanlış düşünecek ve yanlış yapacak olursa, o takdirde bunun farkına varacak ve yanlışı düzeltmenin yollarına başvuracaktır. İşte dînimizdeki tövbe müessesesi bunun bir yoludur. Kişinin hatasını, günahını fark ederek bundan dönmesi ve Allah\’ın gösterdiği hatasız, günahsız olan doğru yola yönelmesi ve \”\’Ben hata ettim, Sen affet yâ Rabbî,\” diye O\’na yalvarmasıdır. Demek ki, tövbe sadece kuru bir af dileme değil; kişinin hem zihnen kendini değerlendirmesi {otokritik, muhasebe), hem de kendi hatalarından, günahlarından pişmanlık duyarak15 bir daha aynı hataya düşmemek için karar vermesidir. Böylece kişi, şahsiyetini daha bir geliştirme ve olgunlaştırma imkânı bulmaktadır.16
Burada dînî inancın mesuliyet duygusunu nasıl geliştirdiği ve şahsiyet bütünleşmesini nasıl sağladığı konusunda biraz daha ayrıntıya girmekte fayda vardır. Dînî inanç, kişinin dînî bilgi, dînî düşünce ve anlayışıyla sıkı bir ilişki içindedir. Dînî bilgilerin yeterli ve sağlıklı olmadığı hallerde buna bağlı olarak dînî düşünce ve inancın da istenen seviye ve güçte olmayacağı malûmdur. Dînî inancı, sağlıklı bilgi ve anlayıştan uzak olan kişilerin tutum ve davranışları da birtakım tutarsızlıklar ve anormallikler gösterebilecektir. Çünkü bilgi, anlayış ve buna bağlı olarak inançlar, şahsiyetin temel belirleyicileri durumundadırlar. Kişinin kafasının içi nasılsa, dışı da onu yansıtacaktır. Bu bakımdan zihniyetler, büyük önem arz ederler.
Şahsiyet bütünleşmesi, kişide önce iç dünyanın bütünleşmesi, daha sonra da dış dünyanın veya iç ve dış dünyanın beraberce bütünleşmesi şeklinde kendini gösterecektir. İç dünyadaki bütünleşme önce şuurda bütünlüğün sağlanması yani çeşitli olaylar, farklı bakış açılarından ele alınsa bile aynı ilke ve ölçülerle değerlendirilmek suretiyle tutarlı ve dengeli bir yaklaşım sağlama ve sağlıklı bir sonuç alma şeklindeki bir zihinsel işleyişin kazanılması tarzında olacaktır. Daha sonra duygu, düşünce ve iradenin tutarlı bir organizasyonu sağlanacak, böylece kişinin kendi içindeki uyumu gerçekleşmiş olacaktır.18 İşte bu noktada meydana gelen çatışmalar, çelişkiler, tutarsızlıklar vicdanı rahatsız edecek, kişi kendini kontrol etme, hatalarını düzeltme ihtiyacını duyacaktır. Tabiî ki, bu sağlıklı işleyişin sağlanabilmesi için gerekli olan değer unsurlarının eksiksiz olarak ve uygun bir tarzda, yerinde zamanında ve yeterli dozda kişiye verilmiş veya kazandırılmış olması gereklidir. İşte bu değer unsurlarından biri ve belki de en önemlisi Dindir.
İç dünyadaki şahsiyet bütünleşmesine bağlı olarak dış dünyadaki şahsiyet bütünleşmesi de tutum ve davranışlar arasındaki tutarlılık, devamlılık ve birbirini tamamlayıcılık şeklinde tezahür edecektir. Buna biz, başkalarıyla uyum içinde olmayı başarabilmek de diyebiliriz. Yani kişinin ibâdetleriyle ahlâkının, sosyal ilişkileriyle ticarî ve meslekî ilişkilerinin bir bütünlük arz etmesidir.19 Eğer bu bütünlük kurulamamış ve kişi farklı zemin ve zamanlardaki tutum, tavır ve davranışlarıyla farklı farklı kişilikler sergiliyorsa dış dünyadaki şahsiyet bütünleşmesi gerçekleşememiş demektir. Bu takdirde duruma göre, bir şahsiyet parçalanması veya çift şahsiyetlilik, çok şahsiyetlilikten söz edilebilir.
İşte bu iç ve dış bütünlük sağlandıktan sonradır ki, gerçek şahsiyet bütünlüğü kendini gösterecektir. Bu bütünlüğün sağlanabilmesinde ise, kişinin aldığı eğitim, içinde yaşadığı sosyal ve kültürel çevre yanında iradesinin gücü ve benlik şuuru da büyük önem arz eder.
İnançlar ve tutumlar genellikle şahsiyetin değişmeyen, kararlı ve istikrarlı yanını oluştururlar.20 Şahsiyetin devamlı ve istikrarlı çizgisi üzerinde, değişen ve değişken bir tarafı da vardır. Bunlar da bilgi, görgü ve tecrübelere göre hayatın değişen şartlarına uyumumuzu sağlayan fikir ve anlayışlarla bunlara bağlı davranışlardır.
Toparlayacak olursak, din bize bir dünya görüşü, olaylara bakış açısı,21 hayat ve ölüm ötesi hakkındaki ilmin ve teknolojinin sağlayamadığı bir teselli, güven ve itminan verir. Hayatın mânâsını öğretir, mesuliyet duygusunu geliştirerek şahsiyet bütünlüğünü sağlar.
5- SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE DİN
Sosyal bütünleşme deyince de, sosyal yapının uyumlu bir şekilde organizasyonu akla gelmektedir. Bu organizasyonun bir kendiliğinden, bir de teşkilâtlı, yani müesseseler aracılığıyla işleyen tarafı vardır. Biz burada daha çok, sosyal yapıyı oluşturan fertlerin şuur seviyelerine, dolayısıyla onların bilgi, görgü, eğitim, tecrübe ve bir bütün olarak şahsiyetlerinin gelişim düzeylerine bağlı olarak sosyal bünyede kendiliğinden oluşturdukları sosyal ilişkiler ağındaki birlik, bütünlük ve uyumdan bahsediyoruz. Elbette ki, fertlerin kişiliklerindeki olgunluk seviyelerinin, sosyal ilişkiler yoluyla toplumdaki birtakım örf, âdet, gelenek, görenek gibi dinden de ayrı düşünülemeyecek kültür unsurlarının (sosyal ihtiyaçlar da göz önüne alınarak) canlılığı, gelişmesi, değişmesi gibi hususlardaki etkisi yanında; sosyal çevrenin de bu kültür unsurlarına dayalı olarak fertlerin kişilikleri ve davranışları üzerindeki etkisi görmezlikten gelinemez. Bir başka deyişle, kişilerin toplumu, toplumun da kişileri etkilemesi söz konusudur.23 Bununla beraber biz, psikolojik bir bakışla toplumu oluşturan fertlerin derûnî dünyalarında meydana gelen dînî duygu, düşünce, inanç ve bir bütün olarak dînî şuurun, onun şahsiyetine yansıması ve buradan hareketle toplumun dînî ve sosyal hayatına yansımalarını göz önüne alarak dînin, sosyal bütünleşmeye nasıl yardımcı olduğunu belirtmek istiyoruz.
Din, sosyal ilişkilere ve sosyal hayata, hem fert vicdanında etkili olmak suretiyle, hem de kültür yapısını oluşturan unsurlardan biri olarak örf, âdet, gelenek ve görenek halinde yansımaktadır. Aynı inancı, düşünceyi ve anlayışı paylaşan fertlerin ilişkilerinde bir uyum, bir ahenk ve bütünlük görülecektir.24 Anlaşmazlık, sürtüşme ve kavga ise pek görülmez. Çünkü din, bir değerler bütünüdür. Fertlerin birbiriyle anlaşabilmeleri için paylaştıkları inançları ve de-ğerleri olmalıdır. Birinin doğru, iyi, güzel, helal, sevap dediğine; diğeri yanlış, kötü, çirkin, haram, günah diyecek olursa anlaşma zemini yok veya elverişli değil demektir. Bu bakımdan bir toplumun sosyal yapısı ne kadar homojen (benzer, mütecanis) ise o kadar uyumlu, ahenkli ve sosyal bütünleşmesini sağlamış; ne kadar heterojen (farklı, gayri mütecanis) ise o kadar uyumsuz, ahenksiz ve sosyal bütünleşmesini sağlayamamış olacaktır. Tabii ki bu noktada toplumun genel yapısı önemlidir. Genel yapı sağlam ve homojen olduktan sonra, bu genel yapı içindeki küçük farklı gruplar problem olmayacak, onlara hoşgörüyle bakılacaktır.
Sosyal hayatın sağlıklı, uyumlu ve birlik-bütünlük içinde devamı bakımından o toplumun sahip olduğu kültür yapısının da sağlam ve sağlıklı bir bütün oluşturması îcab eder. Bu kültür yapısını oluşturan unsurların hem yaygınlığı, hem de diğer kültür unsurlarıyla bütünleşmesi, çatışmaması önemlidir. Dil birliği, tarih birliği, vatan birliği, ülkü birliği gibi unsurlar yanında bir kültür unsuru olarak din, sağlam ve sağlıklı olursa kültür mozaiğini oluşturan diğer unsurları birleştiren, bütünleştiren bir çimento görevi yapacaktır. Çimentosu az olan veya yeterli olmayan bir mozaiğin çatlaması, ayrılması veya dağılması kaçınılmazdır. İşte sosyal yapının temelini teşkil eden kültür, maddî ve manevî unsurlarıyla ne kadar sağlıklı bir bütün oluşturuyorsa sosyal yapı da o kadar sağlam ve o kadar bütünleşmiş olacaktır.
Sosyal bütünleşmenin zıddı, sosyal çözülmedir. Sosyal bütünlüğünü koruyamayan toplumlarda sosyal çözülmeler görülür. Dînin sosyal çözülmelere karşı da toplumu koruyucu bir özelliği vardır. Çünkü din, mesuliyet duygusunu canlı tutarak fertlerin birbirlerine karşı haklarını koruma, görev ve sorumluluklarını yerine getirmede yardımcı bir unsurdur; bu, dînin gerek inanç sistemiyle duygu, düşünce ve anlayışıyla; gerekse ibâdet ve ahlâk sistemleriyle ferdin ve toplumun tutum ve davranışlarına tesiri ile olacaktır.
Nitekim dînî inancın birleştiriciliği, namazın cemaatle kılınması esnasında, orucun İftar sofralarında, zekât, sadaka, hac ve kurbanın ise sosyal yardımlaşma ve bütünleşmeye olan etkilerinde; İslâm ahlâkının da hakka, hukuka riâyet eden dürüst bir fert ve dürüst bir toplum oluşmasındaki tesirlerinde daha müşahhas bir şekilde görülebilir.
SONUÇ
Kişilik ve din, birbiriyle sıkı ilişki içinde olan kavramlardır. Çünkü kişilik, dinle kendini tamamlar, geliştirir ve bütünleştirir. Öyleyse kişilerin eğitimi, geliştirilmesi ve yetiştirilmesi ile ilgili faaliyetlerde din unsuru ihmal edilmemeli, bu ihtiyacın karşılanması için de gerekli her türlü tedbir alınmalıdır. Elbette her konuda olduğu gibi bu konuda da müsbet sonuçlar alabilmek için işi ehline vermek, bu sahada yetişmiş uzman kişilere başvurmak gerekecektir. Göstermelik birtakım faaliyetler yerine gerçekçi, samîmî ve işin gereğine uygun tedbirler alınmalı, gereken yapılmalıdır. Millî eğitimin gayesi, bu milletin millî kültürüne uygun, dînî ve manevî değerlerini benimsemiş, bu milletin bir ferdi olarak bu milletle aynı duygu, düşünce, inanç, anlayış ve yaşayış bütünlüğü içinde olan fertler yetiştirmek olması gerektiğine göre, bu noktada meydana gelen eksik ve aksaklıkların giderilmesi için gerekenlerin yapılması da mutlaka hayatî bir öneme sahiptir. Bugünkü birtakım sosyal ve kültürel problemlerimizin temelinde kişilik ve din ilişkisinin tam olarak görülememesi; bu sebeple de din, ilim, sanat, eğitim ve kültür gibi kişiliğin oluşması ve gelişmesinde önemli katkıları olan unsurların sağlıklı bir kişilik oluşmasına, millî kimliğimizi kazanmamıza yardımcı olacak şekilde değerlendirilememesi yatmaktadır, denebilir.
S.D.Ü. ilahiyat Fakültesi öğretim üyesi 1 Sabri ve Belma Özbaydar-Erol Güngör, Psikoloji, istanbul: M.E.B. Yay.1976, s.135 1a S. ve B. Özbaydar-E. Güngör, a.g.e., s. 147-148 2 Nurettin Topçu, Psikoloji, İstanbul: Kurtulmuş Mat.1959, s.116 3 S. ve B. Özbaydar-E.Güngör, a.g.e., s.148 4 Norman L.Munn, Psikoloji, Çev. Nahit Tendar, Ankara: M.E.B. Yay.1975, II, 393-439; Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, istanbul: Remzi Kitabevi 1991, s.403-432; Gülgün Yanbastı, Kişilik Kuramları, İzmir: E.Ü.Ed.F.Yay.199O, s.9 vd. 5 Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir: D.E.Ü.Yay. 1987, s.5, 246-247 6 M.Aydın, a.g.e., s.5 7 Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara: T.D.V. Yay. 1993, &187-188 8 el-Kıyâme, 75/36 9 Osman Karadeniz, \”Kader Konusunda Bazı Yanlış Anlamalar\”, D.E.Ü. İ.Fa.Dergisi, c.VII, İzmir 1992, s. 191 10 Erdoğan Fırat, Eğitim Psikolojisi, izmir: Tin Yayınları 1989, s.60-63 11 David Krech-Richard S. Crutchfield, Sosyal Psikoloji, Çev. Erol Güngör.İstanbul: Öîüken Neşriyat 1980, s.181 12 el-İsrâ, 17/34 13 Neda Armaner, Din Psikolojisine Giriş, Ankara: Ayyıldız Matbaası 1980, s.156 14 Habil Şentürk, Din Psikolojisi Açısından Hz. Peygamber\’in İbâdet Hayatı, İstanbul: Bahar Yayınevi, Tarihsiz, s. 37-40 15 E. Fırat, Şahsiyet Gelişiminde Tevbenin Fonksiyonu, Ankara: A.Ü.İlahiyat Fak. Yayınlanmamış Doçentlik Tezi 1982, s.84 16 E.Fırat, a.g.e., s.105-106 17 D.Krech-R.S.Crutchfield, a.g.e.,s.179 vd. 18 D.Krech-R.S.Crutchfield, a.g.e.,s.89-91,181 vd. 19 H.Şentürk,a.g.e., s.39-40, 74-76 20 D. Krech-R.S.Crutchfietd, a.g.e., s.181, 220-224 21 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, Ankara: A.Ü. Siyasal Bil. Fak. Yay.1969,s.48 22 Âmiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, İstanbul: Filiz Kitabeyi 1985, s.18 vd.; H.Şentürk, a.g.e.,s.37-40 23 Peter L Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, Çev.Ali Coşkun, İstanbul: İnsan Yayınları 1993, s.29 24 Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Kay-seri:E.Ü.Yay.1990, s.43vd.; Ş. Mardin, a.g.e.,s.41; A. K. Bilgiseven, a.g.e.,s.138,319vd. 25 Ş. Mardin, a.g.e., s.38-49; A.K.Bilgiseven, a.g.e.,s.138 vd.; Mustafa Erkal, Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Ankara, Mayaş Yayınları 1984, s.3-12, 64; Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul: Ötüken Neşriyat 1989, s.87vd., 131 vd. 26 M. Erkal, a.g.e., s.64 27 J.VVach, a.g.e., s.43-49; Ş.Mardin, a.g.e., s.41 -49 28 H. Şentürk, a.g.e., s.39,74,78 vd.
|