Sosyo-Psikolojik Açıdan MERHAMET VE YARDIMLAŞMA

Merhamet ve yardımlaşma, fertlerin vicdanından kaynaklanan toplumun en temel dinamiğidir. Bugün İslam dünyasının önündeki en büyük mesele, iç ve dış âlemimizde “tevhitten uzaklaşarak parçalanmış hale gelmiş olmak”tır. Günümüzde kişisel bölünmüşlük, sosyal ayrışmaya sebep olmuş; iletişim, merhamet ve yardımlaşma duyguları körelmiş, bölük pörçük, acınası bir hal ortaya çıkmıştır.

Bu parçalanmışlıkla dikkat çekilen husus, çoğulluk, yani İslam dünyası içinde farklı mezhepler ve uygulamaların var olması değildir. Müslümanların parçalanmışlıktan kurtulmaları da hepsinin tek bir uygulama ya da yöntem altında toplanması anlamını taşımaz. Önemli olan, bu farklılıkların inanç birliği altında, çoğulcu bir hoşgörü ve dayanışma içinde toplanmasının sağlanmasıdır. İslam ahlakının gereği tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini hayata geçirmelidirler. Irkı, dili, vatanı, mezhebi ne olursa olsun, tüm Müslümanların kardeşliği şuuru, her fert tarafından hissedilmelidir.

İslam dünyası içindeki farklılıklar birer zenginlik olarak değerlendirilmeli, bunlar, Müslümanların birbirleri ile çekişmesine neden olan, onları ana konulardan uzaklaştırıp, acil ve önemli problemlere tedbir alınmasını engelleyen çatışma ve ayrılık nedenlerine dönüşmemelidir. Merhamet ve yardımlaşma, bu anlayış neticesinde ortaya çıkabilir.

İbadetlerin Getirdiği Kazançlar

Sosyal bütünleşme, dayanışma ve yardımlaşma bakımından İslami ibadetlerin önemi büyüktür. Çünkü ibadetler, yalnız kul ile Allah arasındaki ilişkileri düzenlemekle kalmaz. Aynı zamanda, ferdin yakın çevresiyle ve toplumla ilişkilerini doğrudan veya dolaylı olarak güzelleştirir. Kişisel niteliği etkin görülen namaz ve oruç ibadetinin bile, sosyal kontrol, kötülüklerden uzak durma, toplumsal kaynaşma, iç ve dış huzuru sağlama, yoksullara yardım eli uzatma gibi olumlu sonuçları vardır. Bu özellik; zekât, hac, kurban ve keffaret gibi ibadetlerde daha etkin görülür.

Aşağıda mealini naklettiğimiz ayetlerde temel olarak müslüman toplumun ayırıcı ve karakteristik özellikleri dile getirilmektedir: “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. İnanıp Rabb’lerine güvenenler için Allah’ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır. Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da affederler. Rabb’lerinin çağrısına gelirler, namaz kılarlar. Onların işleri aralarında danışma (istişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızktan hayır için harcarlar. Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez. Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur. İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır. Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.” (Şûra, 36-43).

Her Meselede İstişare

Dünya hayatı ahireti kazanma sermayesi olarak insanlara verilmiştir. Bu hayatı dolu dolu yaşayabilmek için kitaba uygun davranmalıdır. Küçük ve büyük toplum idaresinde, şura ilkesi müslümanların hayatında, devletin siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir yere sahiptir. Danışma birçok toplumsal yapının temel karakteridir. İnananlar cemaat olarak, meselelerini bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar.

Müslümanların temel nitelikleri; iman, Allah’a güvenip dayanmak, büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan sakınmak, kızınca bağışlamak, Allah’ın çağrısına olumlu karşılık vermek, olarak sıralanabilir. Ayrıca namaz kılmak, her meselede şura ilkesini uygulamak, yüce Allah’ın verdiği rızklardan Allah uğrunda mali harcamada bulunmak, elbirliği ederek zulme karşı çıkmak, bağışlamak, kendi hayatını ve çevresini düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek sabretmek de bu noktada önemlidir.

Merhamet Fıtrî Bir Histir

İslam toplumlarında sosyal uyum için, evrensel vicdanın uyandırılması gerekmektedir. Bunun için ilim, akıl ve fazilet şarttır. İnsan, fıtratında yerleştirilmiş bulunan iyi ahlakı bulmakla yükümlüdür. Eğer insanoğlu kendisinde doğuştan var olan iyi fıtratı ortaya çıkarır ve vahye tabi olursa, insanlara barış, sevgi ve merhamet eğilimleri aşılayacak olan fıtri kimliğin zihinlerde kuvvetlendirilmesi suretiyle erdemli bir topluluk meydana getirebilir.

Bozulmamış fıtratın göstergelerinden olan merhamet, kalplerin inceldiği anlarda ortaya çıkarak yardımlaşmaya dönüşür. Gerçek merhametin kaynağı Allah sevgisi ve İslam kardeşliğidir. Kişinin Allah’a olan sevgisi, O’nun yarattığı varlıklara karşı kalbinde bir sıcaklık hissetmesine neden olur. Allah’ı seven insan, O’nun yarattıklarına karşı doğrudan bir muhabbet, şefkat ve merhamet hisseder. Kendisini ve tüm insanları yaratan Rabbimize karşı duyduğu bu güçlü sevgi ve bağlılıktan dolayı, Kuran’da emredildiği doğrultuda insanlara karşı güzel ahlaklı, merhametli ve yardımsever bir şekilde davranır.

Allah müminlerin merhametini “şefkat kanatlarını germek” (Hicr, 88) olarak tanımlamıştır, çünkü inananlar merhameti sadece belirli olaylar karşısında değil, hayatın her anını kapsayan bir ahlak modeli olarak yaşarlar. Dolayısıyla da ferdi ve sosyal hayatta onların merhametlerini yansıtan pek çok ahlak güzelliği ortaya çıkar.

Allah’ın rahmetine ve cennetine kavuşabilmeleri için kullarına emrettiği hükümlerden biri de “merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak”tır (Beled, 17-18).

Hayatlarını Allah’ın rızasını kazanmaya adayan müminler, Allah’ın bu hükmünü eksiksiz ve kusursuz olarak yerine getirmeye çalışırlar. Onların merhamet anlayışlarının temelinde Allah’a olan samimi imanları yatar. Ayrıca Allah Kuran’da inananların “kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametli” (Fetih, 29) olduklarını bildirmiştir. Ayetin bu ifadesinden anlaşıldığı gibi, müminlerin şefkat ve merhamet gösterdiği kişiler yine müminler, yani Allah’a inanan, O’ndan korkup sakınan insanlardır. “Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir” (Maide, 55) ayeti gereği birbirlerinin velileri olduklarını bilir ve bunun getirdiği samimiyet ve düşkünlük ile hareket ederler.

365 Gün Dayanışma…

Müslüman toplumlarda sadece belli zamanlarda değil, senenin 365 gününde infak ve yardımlaşma vardır. Ancak bu yardımlaşma, zekâtların da daha çok Ramazan ayında verilmesi sebebiyle, bu ayda dorukta yaşanır. Müslümanlar bilhassa hali vakti yerinde olmayan, durumlarını, ihtiyaçlarını başkalarına açmayan, açamayan komşulara, akşam hava karardıktan sonra ya da sahur vaktinde yardım götürürler, gizli gizli ihtiyaçlarını öğrenip ona göre hareket ederler.

Rahmet-i Rahman’ın sağanak sağanak yağdığı mübarek gün ve aylarda mü’min gönüller coşup taşar, sosyal hayat, sosyal yardımlaşma doruğa yükselir. Fakiri-zengini, amiri-memuru, işçisi-patronu, küçüğü-büyüğü ile bütün bir toplum mutlu bir hayat yaşar.

Müslümanlar olarak mübarek ay, gün ve geceleri vesile yaparak, nefsimizi sığaya çekmeli, kendi kendimizle hesaplaşmalı, kaybettiğimiz bütün değerlerimizi yeniden kazanmak için çok ciddi bir cehd ve gayret göstermeliyiz.

Dinimizi, tarihimizi yeni baştan doğru bir şekilde öğrenmeye ve doğru olarak yaşamaya çalışmalıyız. Kendi içimizde barışık olmalıyız ki, din kardeşlerimizle barışık olalım. Böylece kardeşlik vazifelerimizi yeniden gözden geçirip, bugüne kadar yapılan hataları terk edip din kardeşliğimizi pekiştirelim. Kendi nefsimizi, evlad-u iyalimizi düşünürken, bizim dışımızda da insanlar olduğunu, din kardeşlerimizin bulunduğunu asla hatırımızdan çıkarmayalım.

Bir yanıt yazın