EY EŞREF’ÜL MAHLUKAT SEN HALA AKLINI KULLANMAZ MISIN?
“Allah’ın yarattığı ilk şey akıldır. Allah onu yaratınca, “Dön (Bana)” dedi, o da döndü. Sonra da ona, “Geri dön” buyurdu, o da geri, arkasını döndü. Sonra Cenab-ı Hak; “İzzet ve celalime and olsun ki, senden daha şerefli bir şey halk(Yaratmadım) etmedim. Seninle alır, seninle veririm; seninle mükafatlandırır, seninle cezalandırırım…” buyurdu. (1)
Yer, fani dünya…
Vakit, ahir zamanda gün batımı…
Kahramanlar, işi ile evi arasında nefes nefese koşuşturmakta olan insanoğlu…
Sorumluluklarımız var hem de fazlasıyla. Bunları insan olmanın tek şartı olan “akıl” ile yerine getirmek durumundayız. Nedir akıl? Anlama, kavrama, kavramlar arasında bağlantılar kurma ve çıkarımlar yapma yeteneği diye tanımlar bilim adamları aklı.
Günlük hayatımızı akıl yürüterek düzene koymuyor muyuz? Akıl sayesinde düşüncelerimizi bilinçli, tutarlı ve amaçlı bir biçimde birbirine bağlıyor ve yeni bilgi ve önermelere ulaşıyoruz.
Bunun yanı sıra biz insanlar, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayırt etme ihtiyacını duymaktayız. Bu noktada “Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücü” olarak karşımıza büyük harflerle “SAĞDUYU” ifadesi çıkmakta.
Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği…
Aklıselim olmak…
Hissiselim olmak….
İlk bakışta sağduyu kavramını duyduğumuzda, bize hiç de yabancı gelmeyebilir. Biri bize “sağduyulu olmaya çağırıyorum”, dediğinde sanki hepimiz kavramın tüm anlamlarını kavramış gibi davranırız.
Ancak biraz üzerinde düşündüğümüzde, tıpkı diğer birçok kavram gibi, belirsizleşmeye başladığını ve aslında çok sık duymamıza rağmen içini tam olarak dolduramadığımızı görür ve şaşırırız.
Nedir sağduyulu olma?
Sağduyulu olma: Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim, hissiselim. Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücüdür. (TDK Sözlük)
Sağduyulu insan olmak için iyi bir eğitim almaya, entelektüel bilgi düzeyine sahip olmaya gerek yoktur. Bireysel çıkarlara göre davranmadan, önyargılardan mümkün olduğunca arınmış olmak gereklidir.
Unutulmamalıdır ki sağduyulu olma, hoşgörü ve diyalogdan beslenir.
Yaklaşık üç dört aydır ülkemizde yaşanan olaylarla bağlantılı olarak, pek çok kişinin farklı çıkarımlar yapabildiğini görüyoruz. Tartışmak, paylaşmak elbette demokrasinin bir gereğidir.
Ancak bunun yanında, doğru sosyolojik analizlerin yapılması ve sosyologların artık göz ardı edilmeyerek, aktif rol almalarının sağlanması gerekmektedir.
Yoksa olayların, körler sağırlar birbirini ağırlar durumundan ileri gitmeyeceği aşikârdır.
Eğer bir şeyi ya da kişiyi, ölçüyü aşacak şekilde seviyorsak ya da ondan aynı ölçüsüzlükte nefret ediyorsak bu bizi aklıselim olmaktan uzaklaştırır, hatta bizi adaletsizliğe iter.
Kuran’ı Kerim yaklaşık 200 yerde “Akıl etmiyor musunuz? ” buyurarak akla ne kadar önem verdiğini belirtmiştir. İnsan aklını kullanarak bütün kâinata, insanlara ve olaylara bakarak çıkarımlarda bulunmalı ve bir olan yaratıcıya ulaşmalıdır. Kişiye bu, zaten fıtratında verilmiştir. Nitekim Hz. İbrahim, yıldız, ay ve güneşi batıyor görerek reddetmiş ve Allah’ı bulmamış mıdır?
Bir hadisinde Peygamber (SAV) efendimiz, “akıllı” anlamına gelen “keyyis” kelimesini kullanmış ve keyyisi “Nefsini kontrol altına alıp ölümden sonrası için çalışan kimsedir.” diye tanımlamıştır. (2) Yine ynı kökten gelen “kîse”nin torba, kese anlamına geldiği düşünülürse, akıllı olmanın insanın ahirette yüzümüzü ağartacak ecir ve sevabı bu dünyada kazanıp manevi bir kesede toplamayı gerektirdiğini anlamış olmaz mıyız!
Peygamber (SAV) Efendimiz “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar; sonra ebeveyni onu Yahudi, Hristiyan ya da Mecusiliğe sevk eder.” (3) buyurmak suretiyle insanların doğuştan aklıselim üzere doğduklarına, zamanla çevrenin insanlara olumsuz yönde tesir edebildiğine dikkat çekmiştir.
Kur’an’da, kendilerinden Ulü’l-Elbâb, Ulü’n-Nüha ve Ulü’l-Ebsâr ifadeleriyle bahsi geçen ve Türkçemizde “akıl sahipleri” olarak vasıflandırabileceğimiz bu insanların ortak özellikleri, hayatlarını titizlikle sürdüren, nefislerini temiz tutan, tutkularına yenik düşmeyen, maddi ve manevi hakikatlerin kendilerindeki inkişafına açık kimseler olmalarıdır.
Öte yandan aklıselimle ve nefsin terbiyesiyle kazanılacak bir dereceyi aktarmak istiyorum: “Ey inananlar, eğer Allah’tan sakınırsanız o size doğruyu eğriden ayıracak bir güç verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar.” (4),
“Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında dahi güzeldir.” (5)
Demek ki biz insanoğlunun güzel gördüğü şey Allah katında da aynı zamanda ahlaki ve zihni üstünlükleri içinde barındırmalıdır. Bu, Müslümanın kıldığı namazı da kapsar, alışverişteki seçimini de kapsar, diz boyuna ulaşan hatta boğazımıza kadar gelen seyrettiği dizileri de kapsar!
Netice olarak şunu beynimizin kıvrımlarındaki en diplere iyice yerleştirmeliyiz:
İyi insanlar selim akla talip iseler, ahlaken yükselmeyi kendilerine ödev saymalıdırlar.
Zira selim, “silm”, “selam” kökünden gelmiş olmakla Yüce dinimiz İslam’la aynı kelime kökenine sahiptir. Bu da yalnızca hakikat karşısındaki teslimiyet sonucunda selamet, emniyet ve esenlik beklentisi içerisine girmek anlamına gelir. Bu durumda selim akıl, düşük bir ahlakla bağdaşmaz. Aklıselim sahibi olmak ahlaken iyi insan olmayı zorunlu kılar.
Bir yabancı yazar şöyle diyor. “Ben Müslümanlara baktım 50 sene Müslüman olmadım. Fakat Kuran’a baktım bir gecede Müslüman oldum.”
Buradan da yüzümüz kızararak mesajı almışızdır umarım. Ne kadar aklıselimiz? Ne kadar doğruyu, yanlıştan ayırıyoruz? Ardından her birimizin savunma mekanizmasından geçen seslerini duyar gibiyim: “Kusura bakmayın içkiliydim, içince kontrolümü kaybediyorum, sağlıklı düşünemiyorum.” , “Ben sürü psikolojisindeyim önümdekiler çitten atladı ben de atladım, ne bileyim düşünmedim hiç.”, “Öfkeliydim. Gazap anında aşırı söz söylemekten sakınamadım, ayaktaysam oturamadım, euzü besmele çekmek ve son olarak da iki rekat namaz kılmaksa aklıma dahi gelmedi.”
Ebu Hanife Hazretleri’nin ticaretle uğraştığı dönemde koşarak yanına gelirler: “Efendim, çölde sizin de develerinizin bulunduğu kervan, eşkıyalar tarafından saldırıya uğramış.” Hemen Ebu Hanife Hazretleri gözlerini yumar, kalbine doğru başını eğer ve “Elhamdülillah!” der. Sonrasında ikinci bir haber gelir kendisine “Efendim, müjde, müjde sizin develeriniz zarar görmemiş.” denilir. Ebu Hanife Hazretleri, yine ilk yaptığı gibi gözlerini yumar ve kalbine bakarak “Elhamdülillah!” der. Merak eder çevresindeki insanlar ve sorarlar: ” Efendim ilkinde kötü haber verdik, sakinliğinizi bozmadınız, telaşlanmadınız, “Elhamdülillah” dediniz. İkincisinde müjde verdik, sevinçle birlikte yine telaşlanmadınız.” ve yine “Elhamdülillah!” buyurdunuz. Bunun sebeb-i hikmetini öğrenebilir miyiz?
Ebu Hanife Hazretleri: Kötü haber verdiniz, şöyle bir kalbime baktım, kalbim dünya malına üzülmedi. Buna hamd ettim, ikincisinde müjde verdiniz kalbim sevindi mi diye kalbime baktım. Kaybedilmeyen mallar için sevinmedi. Buna da hamd ettim.
Görünen tarafıyla baktığımızda takva hali deyip geçtiğimiz ve üstüne üstelik eskiler daha bir takvaymış, şimdi bizlerin böyle olması imkansız diyerek de savunmaya geçtiğimiz durum bugünün psikologlarına sorulsa “Sağduyulu olmak” değil de nedir? Öfke kontrolünü sağlamak, iyi veya kötü ani bir durumda otokontrol dengesini kurmak, sağduyulu olmanın ta kendisidir.
Akıl semtinde aklıselim yani bir diğer adıyla sağduyu caddesine girince Mükerrem kavramı ile karşılaştık. Mükerrem ifadesi insanlar için özel bir ifadedir ve bu anlamda insanların Allahın kendilerine yüklediği onurlu olma gibi yüksek bir rütbeyi en iyi şekilde taşıyabilmeleri gerekir.
Allah insanları bu konuda onurlu ve şerefli olarak yarattığını şu ifadelerle buyurmaktadır: ” And olsun ki biz, ademoğullarını/ insanları mükerrem/ onurlu kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ; onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık” (6)
Mükerrem insan aynı zamanda Kamil insan olmak, dürüstçe yaşamaktadır, hoşgörülü olmaktır.
Hz. Peygamberimiz(SAV)in aşıladığı güzel ahlak ve hoşgörülü olma, Müslümanların rahatça anlaşmasını sağlayan en önemli hislerdir. ” Sen af yolunu benimse, uygun olanı emret ve cahillerden yüz çevir.” (7)
Bu ayet hoşgörü anlamında insanoğluna önemli mesaj veren bir ayettir. İnsanlar kendileri için önce hayırlı olanı seçmeli ve daha sonra da cahillere uymadan iyi olan neyse onu yapmaları gerekir. Allah insanlara her zaman uygun davranışlarda bulunmaları gerektiğini ve hiçbir zaman kötü söz söylemeyerek, karşısında ki insanları kırmadan hareket etmeleri konusunda uyarmaktadır. Tüm bu davranışlar da Sağduyu çatısı altında değil midir?
Kısacası “Mükerrem olmak”, “Eşrefül maklukat olmak”tır. İnsanların bütün diğer yaratılanlardan, bitkilerden ve hayvanlardan üstün olmasının temelinde Cenab-ı Hakk’ın ona verdiği dört önemli meziyet bulunmaktadır. Bunu yapabilmesinin en büyük sebebi şuurlu bir yaratık olmasındandır. Bu meziyetler ise şunlardır;
1-Doğru ile yanlışı ayırma meziyeti,
2-Güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırma meziyeti,
3-Faydalı ile zararlıyı ayırma meziyeti,
4-Adalet ile zulmü ayırma meziyeti.
Diğer mahluklarda bu kıymetli meziyetler yoktur. Bunun için biz insanlar bu meziyetleri ne derece süratle ve isabetle kullanabilirsek o derece akıllı oluyoruz. Eğer insan gibi mükemmel bir mahluk yaratılmasaydı bu Rab’bimizin sonsuz kemal sıfatına uygun düşmezdi. Çünkü birçok güzellikler yaratılmış ama bunu gören, sezen, bilen yok. Bu bir eksiklik olurdu. Bundan dolayıdır ki insanın yaratılması Yüce Mevla’nın sonsuz Kemal sıfatının bir gereğidir.
Ömrünü nerede ve ne şekilde geçirdiğimizden,ilim ile ne yaptığımızdan,malımızı nerede ve ne şekilde kazanıp nereye harcadığımızdan,bedenimizi nerede ne işlerle yıprattığımızdan sorguya çekildiğimizde bunların da hesabını verebilmemiz için bunlara azami dikkati göstermemiz gerekmez mi sizce de? Bunun için de aklıselim ile hareket etmemiz gerekmez mi?
Sevgili iki cihan güneşi peygamberimiz (S.A.V) bir hadislerin de bizleri şöyle uyarmaktadır; İyi işler yapmak için bu yedi şeyin gelmesini beklemeyin, bu yedi şey gelmeden önce iyi amel yapmaya bakın! Bunlar ise: insana kendi sorumluluklarını unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, insanı güçten takatten düşüren hastalık, bunaklaştıran ihtiyarlık, insanı ansızın yakalayan ölüm, gelmesi beklenen kötülüklerin en fenası deccal, belası daha büyük ve daha acı olan kıyamet günü! (8)
Aklı kullanmak olan sağduyulu olmak için daha ne gerekli? Reçete yazılmış bizimse sadece ilaçlarımızı düzenli kullanmamız gerekiyor öyle değil mi!
Yine tarihimize baktığımızda ”Korkusuna Çin Seddi yaptırılan METE’nin,”50 bin kişiyle 200 bin kişilik orduyu yok eden ALPARSLAN’ın, ” Avrupa’ya aman dileten ATİLLA’nın, ” 2 bin kişiyle 500 kişilik ordusunu Hatay’a kadar kovalayan KILIÇARSLAN ”nın” 40 çeriyle binlerce kişilik Çin ordusuna karşı duran KÜRŞAD ”ın,” Gemileri karadan yürütüp çağ kapatıp , çağ açan FATİH ” in torunlarıyız. Dedelerimiz tarihe isimlerini altın harflerle yazdırmadan önce akıllarını kullandılar, aklıselim kararlar aldılar.
Hani burnumuzun üzerinde unuttuğumuz gözlüğü ararcasına bitişiğimizdeki ayet ve hadisleri görmeyiz de batı ne demiş bu konuda diye sorgularız ya,Fransız düşünür Garaudy; aklın insana bir lütuf olduğunu belirtirken, kusursuz aklın, sebepler ve gayeleri araştırmanın yanında, her şeyde Allah’ın varlığının ve eserlerinin işaretini, ‘ayetini’ görmesi gerektiğini belirtir.” (9)
Alexis Carrel’in dediği gibi; “Akıl bu dünyanın en muazzam gücüdür. O, yeryüzünü altüst etmiş, medeniyetler kurmuş ve yıkmıştır.” (10) Bütün bunlar, aklın bilgiyi kullanması ile olmuştur. Ancak, bilgisiz akıl çaresizdir.
Bir defasında Rasulullah’ın huzurunda bir adamdan övgüyle bahsedildi. Hz.Peygamber bunun üzerine “aklı nasıldır?” diye sordu.
“Ya Rasullallah, onun ibadetinden, ahlakından, fazilet ve edebinden bahsediyoruz” dediler. O yine sordu; “Aklı nasıldır?”
“Ya Rasullallah, biz onun ibadetini ve bütün hayırlarını övüyoruz, sen bizden aklını soruyorsun!” dediler.
Onlara şöyle söyledi; “Ahmak (akılsız) bir abid, cehaleti sebebiyle, günahkarların içine düştüğü günahlardan daha büyüğüne düşebilir.”
Bu ifadeler, ne kadar çok faziletli davranışlara sahip olsak dahi aklımızı kullanmadığımız her an tehlikeye düşebileceğimize işaret etmektedir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde 30 yıl doçent ve profesör olarak çalışan Ziya Gökalp’in kurduğu en eski sosyoloji kürsüsünde ilk kadın profesör ve kadın başkan olarak bölüm başkanlığı ve Sosyoloji Araştırma Merkezi Müdürlüğü yapan ünlü düşünür ve edebiyatçılarımızdan Cemil Meriç’in kızı Prof. Dr. Ümit Meriç… Bir bilim insanı olarak Ümit Meriç’in hayatına yön veren o değişimde, 30 yaşındaydı. Sebepsiz bir sıkıntı kaplar içini o dönemde. Buna sebep bulamaz. Dünyadan nefret eder hale gelir. Her şey kapkaranlık görünmeye başlar. Sonunda ‘bu kadar çekilmez bir dünyada ben niye yaşıyorum’ demeye başlar. Dini bir terbiye almadan büyüdüğünü, hayatının önemli bir bölümünü agnostik (bilinemezcilik öğretisini benimseyen) bir insan olarak geçirmiş bir Sosyoloji profesörü olduğunu belirtir. Sorduğum soruların cevaplarını bilimde aramaya başlar. Ancak bilimin de yapacağı pek bir şey yok gibiydi. Bunalımları büyür. Ölmeyi hatta intihar etmeyi bile ciddi ciddi düşünür. O kadar ümitsizdir ki, hayatın devamı olan ölümden bile ümidi kesmiştir.
Bilim aciz kalınca Allah’a sığınır!
Neydi o sorular?
Ölümden çok korkuyordum. Akademik bir kariyerim olmasına rağmen neden dünyada olduğumuzu sorguluyordum. Her gün güneş doğuyor ve batıyordu. Yaşamaktan var olmaktan öte başka bir şeyin varlığını sorguluyordum.Bir sabah ezanıyla değiştiğini belirtir.
Sonra ne olur?
Böyle düşündüğüm bir gece geçirdikten sonra, gecenin sonunda sabah ezanını ilk defa fark ederek dinlemeye başlar. ‘Bu ne’ derkendi kendine. “Ben her şeyi denedim. Sigara içtim, müzik dinledim, gezdim, eğlendim. İçimdeki karanlık gitmedi. 1978 yılındaydı. 31 yaşındaydım. O sabah oturup namaz kıldım. Böylece hayatımın ilk namazını o zaman kılmış oldum.” der.
17 Ağustos depreminin üçüncü gecesi de deprem vesilesi ile başını örtüp ertesi gün açmaktan mahçupluk yaşayan Meriç, “Sen Allah’sın ben kulum. Dualarımı sen kabul ediyorsun, ben senin emirlerini yerine getirmiyorum.” der. O an başını örtmeye karar vermiştir. O dönemde İstanbul Üniversitesi’nde 3 yıllık Bölüm Başkanlığı bitmiş Ana Bilim Dalı Başkanlığı görevine başlayan Ümit Meriç, Allah’ın kararının üstünlüğüne inanmış ve istifa etmiştir.
‘Nefse kolay ve tatlı gelenleri saadet zannetmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de felaket sanmamalıdır.’ (11)Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır.(12)
KAYNAKÇA
(1)El-Acluni Keşfu’l-hafa, Daru’l- kutubi’l-ilmiyye, Beyrut-140871988,1/236-237.263
(2) Tirmizi, Kıyamet, 25
(3) Müslim, Kader, 22
(4) Enfal, 29
(5) Ahmed b. Hanbel, I/379
(6) İsra, 17/70
(7) Araf Suresi, 199
(8) Tirmizi,Zühd,3
(9) R.Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, Pınar yay. İst. 1990, s.90
(10)Dr.Alexis Carrel, age, s.114
(11)İmam-ı Rabbani
(12)Nahl-67
Fazilet ÇATAL – Öğretmen fazilet-catal@hotmail.com