Bilgi ve Davranış

Bilgi ve davranış arasında sıkı bir ilişki vardır. Bilgi, teorik bir dayanak noktası olup neyi niçin yaptığımız açısından önem arz eder. Bilinç gelişmeden\ o bilince uygun olan fenomenleri algılamak mümkün değildir. Her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir; ve bu niyet, o bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler. Kişinin ortama getirdiği niyet, onun neyi algılayacağını, nasıl bir bilinç içinde olacağını belirler. İradeli insan ‘niyet’inin sürekli farkındadır. Sorumluluğunun bilincinde olan insanı, diğer insanlardan ayıran en önemli öğe, onun kendine özgü niyetidir; onun hayatta bir amacı, hedefi ve niyeti vardır. Bu gayesini gerçekleştirmek için bütün gayret ve enerjisini o yolda kullanmasını bilir. Bilgi ve bu bilgiye göre ortaya koyulacak olumlu davranışın getireceği mutluluk, insanda bir doyum meydana getirir. Bilen insan; olgun, alçak gönüllü ve saygılıdır.
Kişinin davranışlarını tahlil edip değerlendirebilmek için, onun değerler ve inanç dünyasını da tanımak gerekmektedir. Çünkü insan davranışlarının sergilenmesinde, hadiseleri hangi açıdan ele alıp değerlendirdiği, önemli bir etkendir. Bilinçli fiil ve davranışlar, akıl yürütme ve düşünme sonucunda meydana gelir.
Bilgi, olanı anlayıp kavramaya yardımcı olur. Hayal etme ise, olabilecek olana götürür. Hayal etmek bizi güçlü, çekici bir etki ile cezbeder. Bilgi güçtür ve insanın maddeye hâkimiyetini sağlar. Bilgi ve bilgine saygı güzel bir haslet olup kişinin manevi değerlere olan saygısını ve ruhî özelliklerinin dejenere olmadığını gösterir. Eğer kişi Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahipse; onun davranışlarında nefsinin değil kalbinin işaretlerini görmek mümkündür. Bilgi-davranış uyumuna erişen kimseye, hikmet verilmiş demektir. İnsan biri diğerinden daha mühim addedilen iki şey bilir; ve daha mühim ile meşgul olursa yaptığı, ilmiyle uyuşur ve böylelikle onun bu davranışı önemliyi tercih etmek anlamındaki hikmete de uygun düşer.
Bir şeyin ismi, onun mahiyetine ve gerçekliğine delalet eder, özellikle eğer o isim bizzat Allah tarafından öğretilirse; bilgi güçtür ve bu daima böyle olagelmiştir. Milletlerin tarihine bakıldığında bu rahatlıkla görülebilir. Teknoloji asrında bilginin ne demek olduğunu anlamak, ancak geri kalmış ülkeler açısından problem olabilir. Bilginin getirdiği gücün baskı altına alıcı bir tarafı vardır ve bilgi insanları belirli bir yönde davranmaya yönlendirir. Bu makro planda böyle olduğu gibi mikro planda da aynı şekildedir. Yani toplumları yönlendiren bilgi olduğu gibi, fertleri yönlendiren de bilgi ve yaklaşımlardır.
Bilgi, tam anlamıyla çevrenin anlayışından soyutlanamamaktadır. İnsan bilgiyi gerek yorumlarken ve gerekse aktarırken ister istemez kendi fikirlerini, en azından bakış açısını/tarzını da katar. İlmin ana hedefi anlamaktır. Bu anlama, kişinin içinde bulunduğu herhangi bir ortamda söz konusu olabilir. Bilgi sayesinde bulunduğu atmosferi kontrol veya anlamlandırma, anlamanın bir mükafatı ve tahminlerde isabet de anlamanın bir kontrolüdür. İnsan beyni bilebildiğimiz kadarıyla evrendeki en karmaşık fiziksel yapıdır. Her bir davranışın altında yatan binlerce sinirsel süreç, saniyenin binde hatta milyonda biri kadar ufak birimlerle ifade edilebilen kısa bir zaman süresi içinde sinir sisteminde gerçekleşir. İnsanın sinir sistemi, çok yönlü ve karmaşık davranışların ortaya çıkmasına imkan verir.
Davranış haline dönüşmeyen bilgi, kişinin ancak sorumluluğunu artırır. Bildiğini uygulama, onu başkalarına verimli şekilde öğretebilmenin de asgari şartıdır. İki insan boş yere meşakkat çekmiştir; kazanıp da yemeyen, öğrenip de yapmayan ve bunlar kendilerini aldatmaktadır. Her anlayış; belli bir metodun, zihnî tavrın ve bakış açısının mahsulüdür. İslâmî ilimler sahasındaki bilgi, Batılı vasfından kurtularak İslâmî bir hüviyet kazanmalıdır. İslâm ülkelerindeki bilim faaliyetlerinin güdük kalıp semeresiz olması kendi köklerinden beslenmeyen bir anlayış ve mantık çerçevesinde hareket edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu ülkelerdeki İslâmî gelenek ile Batılı anlayışın çatışması ve aralarında bir ahenk bulunmaması, farkında olunmayan ciddî problemleri gündeme getirmektedir. İslâmî değerlerden tezahür eden fikrî yaklaşımlar tespit edilip, eğitimdeki düalizmden kurtularak bilgilerin tevhit esasına dayandırılması gerekmektedir. Bilginin birliği, davranışların uyumu ve birliği, insanlığın birliği, yaratılışın birliği hayatın birliği ve tarihin birliği bu açıdan ayrı bir önem arz etmektedir. Gerçek tevhit anlayışı ancak bu şekilde kendini gösterebilir.
Günümüz dünyasındaki Müslüman imajı kimler tarafından nasıl oluşturulmuştur? Bu durum gerçekleri veya asıl İslâmî kimliği ne derece yansıtmaktadır? Bu imajın oluşmasında müslümanların katkı ve etkisi ne ölçüdedir? Bu soruların cevabını doğru ve net bir şekilde ortaya koyabilmek için; bilgi ve iletişim kaynakları kimler tarafından ne şekilde kullanılmaktadır? sorusuna cevap verilmelidir. Bugün dünya medya kuruluşlarında müslüman; saldırgan, yıkıcı, kanun tanımaz, terörist, medenîleşmemiş, gözü dönmüş, tutucu, köhne, çağdışı bir mahluk olarak gösterilmektedir. Bu durum, içinde bulunduğumuz asra verilebilecek mesajlara ciddi şekilde olumsuz etkilerde bulunmaktadır.
Muhatabı tanımak, ona karşı nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiği hususunda en önemli anahtardır. Muhatabını iyi tanıyan onunla seviyeli bir beşeri münasebet ve davranış seviyesini yakalayabilir, daha nüfuzlu ve kalıcı bir etki bırakabilir.
İradeli hareketler, kişinin mesuliyet sahasını oluşturmaktadır. İradeli hareket aynı zamanda bilinçli hareketlerdir. Zaten bir hareket bilinçli değilse onun iradî sayılmasına imkan yoktur.
İslami anlayışa göre mutlak bilgi, Allah’a aittir. Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Mutlak bilginin Allah’a ait olduğunu, ifade sadedinde şu ayet manidardır. “Allah sizi yaratmıştır, sonra öldürecektir, içinizden bir kısmı da ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bilmez olurlar. Doğrusu Allah en iyi bilendir, her şeye mutlak Kadir’dir.”
Şüphe ve bir konuda kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüt, davranışların dengesizliğinin önemli faktörlerindendir. Bu durum; dilimizde ‘iki cami arasında bînamaz’ deyimiyle ifade edilirken Kur’ân’da ‘arada yalpalayıp dururlar’ şeklinde ifade edilmektedir.
Kesin bilgiye sahip olmadığı halde ileri geri konuşandan, bilmediği hususların sorulması Kur’ân diliyle yasaklanmıştır. “Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malumat isteme.”
Kendi nefsiyle hesaplaşıp netleşmeyen kişinin iletişimi de bozuk olur. Kişi, dürüst ve erdemlice davranarak iç aydınlığa erişebilir. İnsan daima şuurlu hareket etmek durumundadır. Bilhassa başkalarını ilgilendiren bilinçsiz hareket ve davranışlar, insanlığa yakışmaz. Bu açıdan aklı devre dışı bırakan içkilerin yasaklanması ve ne yapıp söylediğinin farkına varıncaya kadar namaza yaklaşılmamasının emredilmesi şuurlu hareket ve davranışın önemini vurgulamak açısından manidardır.
Bilgi elde etme yolu olarak duyu, alıcı hücrelerin dış çevredeki fiziksel enerjileri yakalayarak sinirsel enerjiye çevirmesiyle oluşur; kısaca duyu organlarının getirmiş olduğu henüz işlenmemiş bilgidir. Algı, gelen bilgileri işleyerek belirli bir yapı ve organizasyona sokma işlemidir. Algılama esnasında duyunun getirdiği sinirsel enerji beyinde işlenir ve işlemin sonucunda bir algısal ürün ortaya çıkar. Bu işleme algılama (perceiving) ve ortaya çıkan ürüne de algı (perception) adı verilir. Sübjektif olan algı, duyudan farklıdır. Algı daha önceki deneyimleri ve öğrenme süreçlerini içerir. Uyarıcının içinde yer aldığı bağlam, o uyarıcının algılanışını etkiler.
İki toplum arasındaki davranış ve yaklaşım tarzı, farklı bilgi birikiminden doğar ve kültür, bu birikimin ortamını oluşturur. İnsanların belleği olmasaydı; bir insan belirli bir deneyimden öğrendiği davranış ve görüşleri saklayamaz, her defasında aynı davranışları yeni baştan öğrenmek zorunda kalırdı. Öğrenme, çağrışımlı öğrenme ve zihinsel öğrenme olarak iki temel gruba ayrılabilir. İnsanın öğrenme yeteneği onun yaşayış tarzının sürekli değişmesine olanak verir. Daha önce doğal olarak ortaya çıkmayan bir davranışı, yeni bir uyarıcı ortamında ortaya çıkarma olanağı, Skinner’in edimsel koşullama ve davranış (operant behavior) yaklaşımının temelini oluşturur. İstenen davranışı seçici bir biçimde ödüllendirip, istenmeyen davranışı yine seçici bir biçimde söndürerek organizmanın davranışını biçimlendirmek kısmen mümkündür. Davranış biçimlendirme süreçleri yalnız görülebilen davranışlara değil, iç organların çalışmasıyla ilgili olarak da kullanılabilir. Aralıklı pekiştirmeyle ödüllenen davranışlar sönmeye karşı daha dirençli olurlar.
Davranışların süreklilik kazanması için başlangıçta ödüllendirme gerekebilir. Alışkanlık haline dönüşen davranışların uzun süre devamlılığı söz konusudur. Bunun devamlılığı için dahi ödüllendirme sayılabilecek haz unsurlarının sürmesi gerekebilir. Ödüllendirme peşin olabileceği gibi, istikbalde gerçekleşecek bir ödül de olabilir. Maddi sayılabilecek tatmin unsurları veya manevi sayılabilecek hazlar da ödül olabilir. Gerçekleşeceğine kesin olarak inanılan cennete ulaşma inanç ve düşüncesi de, birçok fiil ve davranış için gelecekte inananlara sunulacak bir ödül olarak Kur’ân’da takdim edilmektedir.

Bir yanıt yazın