Kur’ân açısından ideal insan, kendi içinde durulmuş çevresiyle barışık durumdadır. O içindeki büyük fırtınaların farkına vararak, dünya ve ahiret saadetinin Allah”a kul olmakla mümkün olduğunun bilincindedir. Davranışlarını kontrol ederek, kendi huzurunu başkalarının huzurunda aramaktadır. Onun en büyük önderi ve örneği Hz. Peygamber (s.a.v.)dir. Kur’ânı anlayıp hayatında ona uymayı temel gaye edinmektedir.
ABSTRACT
According to the Quran the ideal portrait of human is very peaceful in his inner and with his ambience. He knows his goods and evils feelings and does his best. He is muslim and conscious about the serenity in this world and in the hereafter. He can only be happy when he become the servant of Allah. He controls his behavior and seeks his bliss in the happiness of others. His only leader and model is Muhammed (pbuh). In the view of Quran the ideal human wants to understand the Quran and live according it too.
Kur’ân insanlık için, insana gönderilmiştir. Kainatta özel bir konuma sahip olan insan davranışlarıyla hayatta bir yer edinir ve tanımlanır. Dünya insanın kontrolüne verilmiştir. Eğer insan onu gereği gibi kullanır, diğer insanlarla iletişimine dikkat ederse mutlu ve huzurlu olur.[1] Bu onun kişiliğinin oluşmasında önem arz eder. Kişi bazında insan, toplumda davranış ve beşeri münasebetleriyle bir kimlik kazanır ve ilişkileriyle sürekli yeniden tanımlanır.[2] Tarih insanlığın davranış tecrübeleridir. Kur’ân-ı Kerîm’in insan peygamber vasıtasıyla gönderiliş sebebi; insanlığı içinde bulunduğu menfiliklerden uzaklaştırıp toplumun fertlerini insan-ı kâmil mertebesine yükseltmektir. Bu gayenin en güzel örneği, yirmiüç yıllık nüzül ve risalet döneminde yaşanmış, cehâlet içinde yüzen insanlar “sahabe” sıfatıyla, örnek bir toplum haline gelerek, yaşadıkları dönemin “asr-ı saadet” diye isimlendirilmesini sağlamışlardır. Bu ideal dönemin yaşanmasına vesile olan değerler manzumesine insanlığın, bugün her zamankinden daha fazla muhtaç olduğu yaşanılan hadiselerden anlaşılmaktadır. Çünkü İslamî değerler aynı zamanda insanî değerlerdir. İnsanlığın kendisiyle huzur bulacağı maddi ve manevî unsurlar[3] yaratıcıları tarafından kendilerinden birisi[4] vasıtasıyla insanlığa gönderilmiştir. Ancak çağımızdaki insanların bu değerlere birhayli yabancı kaldığını gözlemlemek zor olmasa gerektir.
İnsan davranışının, gözlemlenebilen boyutunun ötesinde, insan bilincinin derinliklerinde yatan nedenleri olduğu gibi, her davranışın da kişilere ve toplumlara göre, daima özel bir yönü vardır. İnsan davranışı, psişik karaktere boyun eğer.[5] Ancak, bireysel davranışlar ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Çünkü, toplumsal olayların altında bireysel davranışlar yatar.[6] Karşılıklı davranışların temelini oluşturan iletişim, iki kişiyi ilişki içine sokan psiko-sosyal bir süreçtir. İnsanlar hangi durumlarda nasıl davranmaları gerektiğini bildikleri takdirde, başkalarının nasıl davranacağı hakkında da kuvvetli tahminlerde bulunabilir ve böylece insanın en önemli ihtiyaçlarından biri olan güvenlik duygusu içinde yaşarlar.[7] Allah’a kullukla mükellef olan insan[8], davranış ve tüm yaşantısında İslam’ın getirdiği prensiplere göre kendisine yön vermelidir.
İnsanlık değişik sebeplerle uzaklaştığı İslâmî değerlerle aralarındaki perdeyi kaldırmadığı ve kendini değil de başkalarını düzeltmeye uğraştığı sürece, olup biten hadiselerden şikayet etmeye devam edecektir. Yeryüzünde fitne ve fesadın yaygınlaşmasının sebebi, insanların yanlış tutum ve davranışlarıdır. Kaldı ki, Allah bunların bir kısmını affederek kötü neticelerinden sarf-ı nazar etmektedir.[9] Kur’ân, insanların gönül kalelerini fethederek, huzur ve mutluluk içinde yaşanılabilecek bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Bu hedef nasıl ve kimlerin eliyle gerçekleşecek sorusunun cevabı yine soruyu soranı işaret edecektir. Bu hedef kendi yaptıkları sebebiyle hoşlanmadığı neticelerle karşılaşan insan eliyle gerçekleşecektir. Çünkü onun aslî vasıf ve vazifesi, yeryüzünü yaşanabilir bir hale getirmektir.[10]
Yeryüzünün huzur ve güven içinde yaşanabilir bir hale gelmesinde görev tabiî ki insanoğluna düşmektedir. Ancak bunu elinden ve dilinden zarar gelmeyecek bir insandan başkasının gerçekleştirmesi mümkün değildir.[11] İnsanın bu olgunluğa erişebilmesi için bazı hususlarda önemli bir seviyeye ulaşması gerekmektedir. Bu hususlar ise, insana insan vafsını kazandıran değerlerdir. Bir insanın değeri, onun kişiliğine göre belirir. Kişiliğin dışa yansıyan şekillerine genel olarak davranış denilebilir.
Kişi, bilgisine göre ve inandığı gibi yaşar. Eğer inancına göre yaşamıyorsa, yaşadığı değerleri kabulleniyor demektir. Bilgi, insanın kafa yapısını dolayısıyla dünya görüşünü şekillendirir. Eğer insan inandığı gibi yaşamayacak olursa, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Etrafını saran olumsuzlukların farkına varmaz, onları tabiî ve normal olarak algılamaya başlar. Bu kusur ve hatalar onu din ve imanından mahrum edecek seyiyeye kadar ilerleyebilir. Hatta inanmayanların arasına karışarak hayvanlardan daha aşağıya düşmelerine sebep olabilir. Böyleleri hakkında Kur’an; “Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki; onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrâk etmezler, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır”[12] buyurmaktadır. İnanan insan, imanının gerektirdiği şekilde dünya görüşünü olgunlaştırmayacak olursa, başkalarının dünya görüşüne göre bir hayat tarzını yaşama durumunda kalır veya kendisini böyle bir hayat içinde bulur. Müslümanın dünya görüşü kuşatıcı, günlük hayattaki bütün hususları aydınlatıcı bir kapasitede olmalıdır. Böylelikle bir hakikati anlatayım derken, başka bir hakikati çiğneme hatasına düşmekten kurtulabilir. Bu kuşatıcı bilgi, imanın kontrolünde olmak durumundadır. İmanla çelişen bir bilgi, insanı imanın gerektirdiği şekilde davranmaya sevk edemez. Dolayısıyla müslümanın dünya görüşü de imanın dinamiklerine göre belirlenmelidir. Dünya görüşünün altyapısını bilgi oluşturacaktır. Bilgiyi elde etme vasıtası da akıl, vahiy ve doğru haberlerdir.[13]
Akıl, insan vasfını kazanabilmenin en önemli vasıtalarından birisi ve davranışlara yön veren değer ölçüsüdür. Allah’ın emirlerine karşı mükellefiyet, aklın varlığı sebebiyledir. Akıldan mahrum olanlar, emir ve yasaklara da muhâtap değildir. Adeta, insanda imânın muhatabı akıldır. Allah’ın insanlığa bahşettiği bu değer, hakikî ilimle harekete geçirilmelidir.[14] İlim, insanı yüceleştirerek belli bir seviyeye ulaştırabilir. Ancak mucibince amel edilmeyen ilmin varlığı bir mana ifade etmediği gibi, gereğince davranılmayan ilim, insana sorumluluktan başka bir şey sağlamaz.[15] İlmin gerektirdiği şekilde hareket edilebilmesi hususunda, imândan alınacak enerjinin rolü büyüktür.
İman ve kabuller, kalpte kararlaşan ve insanın davranışlarının motorunu ateşleyen bir enerji kaynağıdır. Bunun olumlu ve istenilen manada bir değer olabilmesinin yanında eksik bilgi veya hevadan kaynaklanan bir saplantı olabilmesi de söz konusudur. Kalbin mükemmel imana ulaşabilmesinde ilim ve bilgilerin muhafaza yeri olan zihnin önemi büyüktür. Çünkü zihin fethedilmeden kalp kalesine ulaşmak mümkün değildir. Zihnin fethi ise, zararlı fikir ve düşüncelerden arınmasıyla gerçekleşebilir. Zihin, meşgul olduğu fâsit fikir ve bilgilerden arındırılıp temizlenmeli ki, oraya insanı insan yapan iman değerleri yerleşebilsin.
Bu değer ve anlayışlardan ikincisi; insanın, sorumluluk sahibi bir varlık olduğunun farkına varmasıdır. İnsanın yaratılması ve yeryüzünde bulunması gayesiz değildir.[16] İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi[17] olup, Allah’a ibadetle mükellef[18] bir varlıktır. Yeryüzüne bu sorumluluğunu ne ölçüde gerçekleştirebileceğinin sınanması için gönderilmiştir.[19] Böylesine meziyet ve görevlere sahip insanın sadece maddî yönünü ele alıp onu, eşyanın mantığı ile kavramaya çalışmak, bugünün ilim anlayışının bir çıkmazıdır. Çağımız insanının stres ve benzeri sıkıntılardan kurtulabilmesi için, yeni bir ilim anlayışı ve bakış açısına ihtiyaç vardır.
Biz bu makalemizde, insanın davranışlarının hareket merkezi olan zihin ve aklın dolayısıyla kalbin menfiliklerden arındırılıp, aslî vazifelerini yerine getirebilmeleri için gereken asgarî şartları incelemeye gayret edeceğiz. Bu makale, birçok sebeplerden dolayı bugün yabancılaştığımız değerlerimizle yeniden tanışıp, barışma gayretlerine bir katkı olarak değerlendirilebilir.
Kainatın en değerli varlığı[20] olarak yaratılan insan, davranışlarıyla değer kazanmakta ve insanlık vasfına erişebilmektedir. Davranışlarını kontrol edemeyen, nerede, neyi söyleyip yapacağı hususunda dengeli hareketlerde bulunamayan insan ise, cemiyette dahi hor görülmekte ve itibar edilmemektedir.
Acaba insanın davranışlarına yön veren unsurlar nelerdir? Bu araştırıldığında, bir manada insana mahsus olan zihin, nefs ve kalb insanı insan yapan, ona değer kazandıran davranışların idare edildiği merkezler olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir ifade ile, fiil ve davranışlar akıl ve vicdana bağlı olarak ortaya çıkmaktadırlar.[21]
Akıl, hayatı anlamanın ve insanın kendini keşfedip bilmesinin şartı ve vasıtasıdır.[22] Biz, vicdanın teşekkül etmesi ve sâfiyetini korumasında altyapı seviyesinde olan “zihnî oluşum”, diğer bir tabirle “kafa yapısı” ve bunun davranışlara tesiri üzerinde duracağız. Çünkü, zihin menfîliklerden arındırılıp fethedilmeden kalbe ulaşmak mümkün değildir. İnsanın amelleri, karakter ve fikrinin neticesidir ve kişi fikirlerine göre hareket eder.[23]
Kur’an-ı Kerim’e göre, insanı diğer canlılardan üstün kılan, onun her türlü faaliyetine anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın mükellef sayılmasını sağlayan akıldır.[24] “Ey insanlar! Akla yumuşak davranıp değer verin. Siz emrolunduğunuz ve yasaklandığınız şeyleri ancak akıl ile bilebilirsiniz. Akıl, yaratıcınız karşısında sizin şerefinizdir. Kesinlikle biliniz ki, akıllı kişi Allah’a itaat edendir. Her ne kadar kötü görünüşlü, aşağı mertebeli ve hakir olsa da. Yine, her ne kadar güzellik, şeref ve şan sahibi olsa da cahil kişi, Allah’a isyan edendir.”[25] İnsanda bilgi, devlette idareci gibidir. Bilgi, zihin tahtında oturur ve vücudun azalarını idare eder. Eğer bu emîre itaat olunmazsa, ilim, ameli mûciptir, gereğince davranılmadığında sahibini terkeder.[26]
Akıl, vicdan ve irâde aynı konu etrafında birleşirse, insan için haz duyduğu bir çalışma ve ahlâkî faaliyet ortaya çıkar. Akla doğru bilgiler vermek, vicdana sıkıntı duymadan, haz alarak yapabileceği davranışları göstermek, irâdeye, heyecanlara hakim olarak bu işleri gerçekleştirebilecek gücü ve alışkanlıkları kazandırmakla insandan bahsetmek mümkün olabilir, çünkü insan; aklı, vicdanı ve irâdesiyle insandır.[27]
İncelememizde sık sık kullanacağımız zihin, akıl, zekâ gibi kavramları şu şekilde değerlendirmekteyiz. Zihin; beynin hıfzetme, bilme, hatırlama, düşünme ve tefekkür gibi fonksiyonlarının yerine getirildiği ve bunların günlük hayatta uygulanmasını temin eden merkezdir.[28] Akıl, zihnî fonksiyonların icrasını gerçekleştiren manevi bir cevherdir. Zeka ise, aklın intikal hızı ve anlama gücüdür. Aralarında sıkı bir ilişki olduğundan zaman zaman zekâ ve akıl birbirinin yerinde kullanılabilmektedir.
Akıl, ruha bağlı bir kuvvedir, kalp ve beyin ile de alâkası vardır. Akıl, göz gibidir, dini ilimler ise, ışık gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Göz karanlıkta görmediğinden, Allah-ü Teâla güneşi ve ışığı yaratmıştır. Akıl garîzasını ilimlere nispet etmek, gözü görmeğe nispet etmek gibidir. İlimlerin inkişâfını sağlamakta Kur’an ve şeriatın akla nispeti, güneş ışığının göze nispeti gibidir. Zira göz ışık olmayan yerde göremez.[29]
İnsanın değeri sahip olduğu fikri ile mütenasipdir. Zira kişiliği yansıtan, davranışların motorunu ateşleyen fikirdir. Hareket ve davranış, beynin mevcut bilgilerine dayanarak verdiği emirle başlar. Fikrin değeri ise, istikâmetinin doğruluğuna göre tayin olunur. İşte burası her şeyin başlayıp bittiği, yolların ayrıldığı noktadır. İstikâmet ve doğruluk neye göre tespit edilecektir? Gerçi bunun cevabı bir müslüman için gayet kolaydır. Çünkü o, günde en az kırk defa terbiyecisi olan Rabb’inden sırat-ı müstekîme ulaşmayı ve o yolda sabit kalmayı niyaz etmektedir.[30] Müslümanların örnek alacağı tip Kur’ân diliyle de beyan edilmiştir. “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasülüllah en güzel örnektir.”[31] Bu güzel örneklik Müslüman hayatının bütün safhalarını kapsamaktadır. Ayette inanan insanlara hitap edilerek bunun Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayla irtibatlandırılması orijinaldir. Çünkü iman insan hayatının yönlendirilmesi, tutum ve davranışların kontrol edilmesi noktasında ciddî öneme sahiptir.
“İnsan” olanın davranışları, doğru ve kesin bilgiye dayanmalıdır. Çünkü hal ve davranış; ancak zihin şüpheli, tahminî ve yanlış bilgilerden arındığında istikrar ve istikâmet bulur ve ancak bununla kişi, bir kimlik ve şahsiyete erişebilir. Fiil ve davranışlar, zannî değil kesin bilgiye dayanmalıdır. Bilhassa itikat ve amel sahasında zihin, zan ve hurafelerden arındırılmalıdır. Zira Kur’an-ı Kerim, “bilmediğin şeyin ardına düşme”[32] ikazını yapmış ve “zannın hak ve hakikati ifade etmeyeceği”[33] gerçeğini ilan etmiştir. İstikâmeti olmayan, yanlış bilgi ve fikir, akılsız insana benzer. Nerede, ne zaman, nasıl harekete sebebiyet vereceği belli olmaz. İnsanın sahip olduğu mefkûre, bir bütünlük arzetmekte,[34]bundan mahrum olanlar “dengesiz” olarak vasıflandırılmaktadır. Dengeli ve tutarlı bir kişilik ise, kesin bilgilerin imân haline gelip insana rehberlik etmesiyle mümkün olabilir.
Tedebbür ve teemmül, fikirlerin teşekkülünde vazgeçilemeyecek ölçülerdir. Teemmülsüz oluşan fikir ve bilgiler, beş hâsse seviyesinde kalır ve insanı, zarurî olarak bazı hatalara götürür.[35] Kur’ân-ı Kerîm’in “Gören (ibret alan) ile görmeyen (ibret almayan) bir olur mu, hiç tefekkür etmez misiniz?”[36] ve “Bunlar Kur’ân’ı düşünmezler mi, yoksa kalbleri kilitli midir?”[37] uyarıları tefekkürün ehemmiyetini ifadede fevkalâde manidardır.
Kişiliğini davranışlarıyla ortaya koyabilen kişisel bütünlük içindeki insan, inandığı değerler ve ilkelerle ahenk içinde yaşar. Bu yaşam kişinin her hareketini düşünce süzgecinden geçirmesiyle bir kıvama erişebilir. Düşüncenin aleti olan akıl, kişiliğin oluşumunda düzenleyici etken, nâzım rol vazifesi görür.[38] İç benlik, mutluluğu yakalayamadığı sürece insanın huzuru bulması mümkün değildir. İnsanı kendi hakikatini anlamaktan alıkoyan arzu, istek ve ihtiyaçlardır. İhtiyaçlarda aşırı davranmak ise insanı aslî görevinden alıkoymaktadır.[39]
Mesûliyet için, irâde zarurîdir. “İrâdenin varlığı inkâr edildiği takdirde, dünyada ne hak, ne vazife, ne ahlâk, ne sorumluluk, ne cürüm, ne ceza, hülâsa hiç bir şey kalmaz. İnsanlık âleminin unsurları mesabesinde olan bu şeyler ortadan kalkınca, insanlığın temiz rûhuna bir Fatiha gönderilir, onun yerine bir “hercü merc,” karışıklık geçer.”[40]
İrâde, hidâyet yönüne sarfedilip, imân gibi bir değere sahip olunmadan, ıslah edilmeye çalışılan fikirden hayır gelmez. İrâde ki, akıl kaptanının elinde insanın kendisiyle değer kazandığı imtihan vasıtası ve mesûliyet sebebidir.
Hayatta “iyilikler belli, kötülükler bellidir”[41] ve insan iyilik veya kötülüğü tercihte hürdür. Hürriyet ve insaniyet için, nefsanî ve süflî arzulardan kurtulmak gerekir. Çünkü hürriyet, Allah ve kul hakkının başladığı yerde biter, yani “hürriyet diğerlerinin hukukuna tecavüz etmemekle” sınırlıdır. Hukuka tecavüzün cezası, dünyevi sistemlerde dahi yerini almış ve irâdesine hakim olamayanlara bu şekilde manî olmanın yolu tutulmuştur. İrâdenin ortaya konularak, müsbetin tercih edilebilmesi için de nefsanî istek, güdü ve muharriklerden sıyrılmak icabeder. Nefsanî lezzetleri, istekleri ve savunma mekanizmasının zorunlu motiflerini aşmadan gerçek muhakeme ve irâde ortaya konamaz.[42] İslâm’da hürriyet, kendisi veya cemiyet için faydalı olup hiç bir kimseye zararı olmayan işlerde, herkesin kendi irâdesi ile hareketidir. Mutlak hürriyet yoktur, olamaz da. “Başkalarının hukukuna tecavüz etmemek” hürriyetin asgari şartıdır. Kişi hakkı olmayan şeylerde tasarrufda hür olmadığı gibi, edep, akıl, maslahat hilâfına olan hareketler de hürriyet değil, sefihliktir.[43]
İnsanların çoğu, kendi varlıklarının tabiat ve hakikatini bilmez, bazıları bilmek de istemeyebilirler. İnsanların alkol ve uyuşturucu gibi, aklı gideren, kişiyi hakikatlerden uzaklaştırıp, hayal alemine daldıran maddelere, aşırı istek ve ibtilaları, bu vahim halin boyutlarını göstermektedir. Hakikati görmek istemeyenlere yapılacak muameleyi şu ilâhî hitab bizlere haber vermektedir; “Bırak onları, (İslâmdan, hak ve hakikatten istifade etmeyenleri) yesinler, (onların derdi hayvan gibi yiyip içmek, şehevânî arzuların peşinden koşmaktır. Binaenaleyh bırak, yiyedursunlar ve eylensinler, hayvanî zevkleriyle boğuşadursunlar, Allah, Peygamber, din, ahlâk, âhiret ve hesap gibi düşüncelerle alakadar olmayıp), keyiflerine baksınlar ve emel onları oyalasın (“İşlerimiz düzgün gidecek, uzun ömürler süreceğiz, dünyadan istediğimiz gibi kâm alacağız” diye kendilerini aldatarak akıbetten gafil olsunlar) yakında bilecekler (başlarına geleceği görecekler, ne haltettiklerini anlayacaklar, ahh!.. diyecekler amma iş işten geçmiş olacak).”[44]
Eserleriyle adeta ölümsüzleşen İmam-ı Gazâlî’nin “Kimin zevk ve lezzet anlayışı beş duyu ile sınırlı kalırsa, o hayvandır” düsturu zihinlerde canlanacak olursa “insaniyet” mefhumunun ifade ettiği engin mâna daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Dünyaya, halife olarak gönderilen insanın fikri, menfîliklerden arınarak, billurlaşıp tekâmül etmedikçe, yeryüzünde huzur, refah ve rahatın da mümkün olamayacağını tarihî tecrübeler göstermektedir. “İnsan insanın kurdudur” zihniyetinin, bundan başka bir netice verebileceğini kim söyleyebilir? Sömürü zihniyeti, bilim ve teknolojinin imkanlarını dahi insanlığın helâki için kullanmıyor mu?
Günümüz insanlığının sistem olarak benimsedikleri doktrin, felsefe ve ideolojilerin yetersizlikleri, çıkmazları ve her birinin diğerlerinin yanlışını gösterirken doğruyu söylediği,[45] göz önünde bulundurulacak olursa, bir bütün olarak İslâmiyet’in mükemmelliği daha iyi anlaşılacaktır. İslâm fıtrat dini olup, beşeri varlığı olduğu gibi kabul ettiğinden beden, akıl ve ruhun arzularını yerine getirmekte, aynı zamanda, bunlar arasında bir muvazene ve denge kurmayı hedeflemektedir.[46] İnsan hayatı, madde ve ruh sentezidir. Manevî-fikrî eserlerin ve tezâhürlerin cevheri ruhtur. Beden, ruhu bir ölçüde sınırlar ve etkiler. Ama bu sınırlanış ruhun aslî cevher ve kaynak olmasına zarar getirmez. Yetersiz fakat faydalı bir benzetmeyle; ruhî kuvvet, bir çeşit elektrik enerjisi gibidir. Uzviyet ise, kablolar ve ampul mesâbesindedir, ışık böyle doğar ve görünür. Tezâhür vasıtalarının ve aletlerinin gücü ve yapısı ile akım arasında bir uyum gerekir. Gerilim-şiddet-direnç gibi şartlar birbirine uygun olmalıdır. Cereyan kesildiğinde, âlet ve vasıtalar susar; voltaj aşırı yükselirse, yanar veya bozulursa, cereyan fonksiyonunu icra edemez. Bu benzetmenin ışığında tahlilimizi biraz genişletecek olursak: Cemiyet hayatının da iki yönü, iki temel unsuru vardır: Birincisi, maddî-müşahhas, ikincisi, manevî-kültürel.
Maddî-müşahhas unsur, beden ve uzviyete, manevî-kültürel unsur, ruha tekabül eder. Küllî sıhhat ve mükemmellik, unsurlar arasında bir denge kurulabilirse gerçekleşir. Aynı insan gibi… Bir çocukta, yetişkin bir insanın ruhî kuvveti, şuuru, kültürü olsa; o çocuk buhrana düşer, belki de yaşayamaz. Bir adamda küçük bir çocuğun ruhu, şuuru, aklı olsa; sıhhatsizlik başlamış demektir. Maddî ve müşahhas özellikler ile ruh gücünün akımı arasındaki münasebet ve denge sıhhat kazandıkça, üst seviyelerde yeniden şekillenme imkanına kavuşur. Tekâmül böyle gerçekleşir.
Maddeci görüş, “madde ve ekonomi altyapıdır, mânevî ve kültürel tezahürler o’nun değişken tezahürleridir” değerlendirmesini yapıyor. Ancak, madde, hiçbir hayatî tezâhürün kaynağı ve cevheri değil, sadece vasıtasıdır. Değeri, önemi, etkisi elbette vardır; ama, görevi ve yeri kadardır.Ruh, imânla beslenip kendi dengesine kavuşturulmazsa, aklın bir kanadı kopar. Yalnızca zekâ tarafı kalır. Akıl, zekâyı da kapsar ama; zekâ yalnız başına, aklın bütünlüğü içindeki kendi aslî hususiyetini dahi tam olarak muhâfaza edemez.[47]
Şahsiyet, denge ve seviye arayışı, coşkun ruhlu, hakikat yolcularının işidir.Hakikatler de inci gibidir. Sığ yerlerde değil, derinliklerde bulunur. Müslümanların ve İslâm dünyasının içine düştüğü buhranlardan kurtulmasının çaresi, işte bu noktadadır. Alemlerin sırrını uzayda arayan insanoğlu aldanıyor. İnceleme ve araştırmaya kendi iç dünyasından başlasaydı; daha az yanılır daha çok tatmin imkanı bulabilirdi. Kendi özünden uzaklaşan insan alemin sırlarını keşfetse bile, bu şekilde iç huzura ulaşması mümkün olmayacaktır. Zira kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur ve emniyete ulaşır.[48]
Coğrafî keşifler, sanayi devrimi ve son zamanlardaki teknik gelişmeler insanlığın gözünü kamaştırmıştır. Rûhî ışıktan yeterince nasibini alamayan insanlık için bu durum, çok cazip hale gelmiştir. Asrımızın insanı artık kendi hakikat ve mahiyetinin ne olduğunu düşünmeye dahi ihtiyaç hissetmemektedir. O kendisini, bu gidişata öylesine kaptırmış ki; kendisini eşyanın mantığı ile veya hayvanların davranış şekillerini inceleyerek kavramaya çalışmaktadır. İnsanın madde ve mânâ veya ceset ve ruh gibi iki zıddın bir araya gelmesinden meydana geldiğini unutup her türlü meselesini mekanik bir şekilde ve konfor ile çözeceğini zannedip, bütün insanî değerlere sırtını çevirmiştir. Bu yaklaşım ise günümüz insanlığının problemlerini daha da artırmadan başka bir işe yaramamaktadır.
Asrımızın hastalığı stres, ruhun ihmal edilmesinden kaynaklanan insanî bir rahatsızlıktır. Bu ve bunun gibi hastalıkların çaresini bulabilmek için insan anlayışımızı gözden geçirmek durumundayız. Günümüzün ilim anlayışı, insanı insan olarak tam mânâsı ile ele alamamıştır. İnsan kendisini bir bütün olarak ilmin alanına sokamamıştır. Bugünün tıbbı büyük ölçüde ruhu göz ardı edip insanın kadavrasıyla meşgul olmaktadır. İnsanın kendisini yeniden keşfetmesine yardım edecek yol bulunmalı ve mutlaka açılmalıdır. İnsanı, ruhsuz eşyanın mantığına göre değil, “beden ve ruhtan meydana gelen bir bütün” olarak ele alıp inceleme mevzu yapmalıdır. Bunun için; insanı başlıbaşına bir realite kabul edip ilmî, estetik, mistik eğilim, davranış ve bilgileri ile ele alarak hiç bir tevile sapmadan izah etmek gerekir. Çünkü insanî değerleri inkâr ve ihmal ederek bir yere varmak mümkün değildir.[49]
Bugünün ilmi, insanı tam bir realite kabul ederek, sahip olduğu değerleri birer insanî gerçek olarak konu edinip, eşyanın mantığını aşan bir bakışla, sırf insanın sahip olduğu hususiyetleri belli prensiplerle, ilahî ışık altında yeniden incelemelidir.[50] Çünkü günümüzde İslâmî kültür ve temel prensiplerden mahrum olan insanımız, sınırlı bir bilgiyle yanlış yorumlara dalmakta ve İslâm’ın özünü kaybetmektedir. Bir insanın, insanî ve İslâmî ölçülerden uzaklığı, bilhassa dinî eğitimden mahrum olan çevrelerde, aslî vasfını kaybetmesi için kâfidir. Düşünme ve yorumlar, bilginin tamamlandığı yerden başlar. Bilgileri kullanıp sağlam neticeler alabilmek için de, doğru düşünmenin prensiplerini öğrenmeye ihtiyaç vardır. İmânla alâkalı hususlardan sadece birini inkârın, küfrü mûcip olduğu dikkate alınınca, sistemin nasıl bir bütünlük arzettiği daha iyi anlaşılacaktır.
Kur’ân, insanlığı düşünmeye[51] ve aklı kullanmaya davet eder. Bu düşünme sonucu insanda, delilsiz ve ilimsiz hiç bir şeyin kabul edilmemesi ve bilinmeyen şeyin ardına takılmama[52] fikri oluşur. Çünkü, Kur’ân her şeyde delil ister. Bilgide dayanak, delil ve mesnedden uzak olmak, akl-ı selim sahiplerine yakışmayan bir durumdur. Hakikatler, sahibini yüceltip, ulvileştiren samimi bir arkadaş ve dosttur. İnsanların ebedi mutluluk yoluna girmede yavaş davranmaları, ahirete olan imânlarının zayıflığındandır.
Hak ve hakikatı, hata ve nisyanla malûl şahıslardan öğrenmek mümkün değildir. Önce hak ve hakikat öğrenilmelidir. Bu bilgi, Hâlık’a götürür. Akıllı kişi, aslında gerçeği tanır. Bir söz işittiğinde ona bakar, hak ise kabul eder. Söyleyen ister bozuk fikirli olsun, ister doğru düşünceli… Hatta, sapık kişilerin sözlerinde dahi hakikat arar. Bilir ki, altın da topraktan çıkar. Okyanusun üzerindeki azgın ve coşkun dalgalar, derinlere dokunamazlar; ezelî ve ebedi hakikatleri kavramış bir insan, günlük, basit ve sathi değişiklikleri, nisbeten ehemmiyetsiz görür. Dolayısıyla gerçekten dindar olan bir insan, “İnanıyorsanız en üstün sizlersiniz”[53] şuuruyla dimdik ayaktadır, sarsılmaz; hoşgörüyle doludur[54] ve günün getireceği herhangi bir olaya karşı hazırlıklıdır[55]. İçindeki hesaplaşmanın büyüklüğünü anlamayan, küçük hesaplarda boğulmaya mahkumdur.
İnsanın yücelere çıkması, akıl denen özünü tanıması ve ona göre hareket etmesine bağlı kılınmış, yine insanın aşağılara düşmesi[56] ve kendi değerini görmezlikten gelmesi de, aklından kaçması ve onu kendine engel ve düşman görmesine bağlanmıştır. İnsanın, Hâlık’ına “halife” olabilme istidadı, akılla kazanılan bir keyfiyettir. Kur’ân-ı Kerîm, sık sık insanları, akıllarını kullanıp ibret almaya davet etmekte, kainattaki ibret âbidelerini görmezlikten gelen “ibretsiz bakış”ın sahibini kınamaktadır[57]. Akıl, “fıtrî safvet” veya “menfiliklerle malûl” olması cihetiyle, akl-ı selîm ve akl-ı sakîm diye başlıca iki kısma ayrılmaktadır. Akla musallat olan unsurlar izale edilerek, akl-ı selimi muhafazaya çalışmak, ihmal edilmemesi gereken bir husustur. Çünkü insan-ı kâmilliğe ancak aklı selîm sahipleri ulaşabilirler.[58]
Aklın en mühim vazifesi, fıtrî duyguları yerine getirmek için, en güzel, en faziletli yolu seçmek ve bu yol üzerindeki bütün mâniaları düşünce ve tefekkürle aşmakta insana yardım etmektir. Akıl, vasıtaları bulmak, kullanmak ve gayeyi belirlemekle görevlidir. Hidâyete eremeyen, doğru yolu bulamayan bir insanın kalbi, karanlıklar içindedir. Şahsiyet ve benlik arayışı ise, coşkun, yüce ruhlu ve gayretli hakikat yolcularının işidir.
Maddeci bir asırda yaşıyoruz. Maddecilik ve şehvet bu asrın mümeyyiz vasfı durumundadır. Buna denk bir fikrî ve ruhî canlılık ile mukabelede bulunmamız gerekmektedir. İçinde yaşanılan cemiyetin gidişatı, İslâmî değer ve prensiplere münasip değilse, orada yaşayan müslüman çok daha fazla gayret göstermek, enerji sarfetmek ve mücahede etmek durumundadır.
Günümüz insanı, kendini tanımadan madde dünyasında kayboldu. Manevî değerleri ve ruh kanunlarını tanımadan yetişti. Etrafındaki hadiselere ibretle bakmak bir tarafa, mânâ cihetini düşünmeksizin “günlük ekonomik yaşama”yı da memnuniyetle karşıladı. Bütün bu menfiliklere rağmen; sıhhatli bir fikrî, amelî ve manevî vasat; makul bir İslâmî dünya görüşüne erişmeye kâfidir. Kişiye düşen tek şey, sormak, araştırmak, düşünmek ve dinmeyen bir mücahede…
Netice olarak; insan, davranışlarıyla değer kazanmaktadır. Müslümanın imânı, beşerî istek ve arzuların tatmini için kesin bir temel ve eleştirmen olarak görev yapmalıdır. Yani irâde ve arzular imâna göre ayarlanmalıdır. İslâm, zaman-mekan üstü, kainatı kuşatan bir gerçeklik olarak bütün problemleri ihata edebilecek ve çözüme kavuşturacak, muhtevalı bir düşünceyi icap ettirir. Varlığa sadece gözleriyle bakanlar, onu ancak gözlerinin ihatası nisbetinde kavrayabilirler. Eşyayı basıretle didik didik edenler; arının çiçeklerde bal-özü topladığı gibi, her şeyden ibrete şâyan manalar çıkarabilirler.
Etrafındaki menfiliklerden şikayetci olanlar, kendi nefislerinden[59] başlamadıkça müsbet neticeye erişemeyeceklerdir… Kendinizi görmek mi istiyorsunuz? Aynadaki şeklinize değil, içinizdeki aynalara bakınız. İnanarak düşünüp, düşünerek davranan insanlar mükemmelliği yakalayabileceklerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Akseki, Ahmed Hamdi, Ahlâk Dersleri, İstanbul, 1968.
Arvasi, S. Ahmet, Kendini Arayan İnsan, Ankara, 1972.
Ayhan, Halis, Eğitime Giriş, İstanbul, 1986.
Bayraklı, Bayraktar, İslâm’da Eğitim, İstanbul, 1983.
Bolay, Süleyman Hayri, TDV. İslâm Ansiklopedisi, “Akıl” maddesi, İstanbul, 1989.
Buharî, Muhammed b. İsmail (d.194, v.256), Sahîhu’l-Buharî, Daru İbn Kesir, Beyrut, 1987/1407, c.1-6.
Büyük Türk Sözlüğü “Zihin” md., İstanbul, trs.
Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İstanbul, 1994.
Çamdibi, Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, 1983.
Doğan Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997.
Düzen, İbrahim, Aziz Nesefî’ye Göre Allah Kainat İnsan, Furkan Yay. İstanbul, 2000.
Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1971.
Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995.
Gazali, İhya-ı Ulum’id-Din, İstanbul, 1975.
Gölcük, Şerafettin, Din ve Toplum, Esra Yayınları, Konya, 2000.
Kam, Ömer Ferit, Dinî Felsefî Sohbetler, Ankara, 1990, s.122.
Kısakürek, Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1989.
Kutup, Muhammed, İslâm ve Materyalizme Göre İnsan, İstanbul, trs.
_____, İslâm Eğitiminde Terbiye Metodu, ter: Ali Özek, İstanbul, 1977.
el-Maverdi, Ebu Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, Edebüd’d-Dünya ve’d-Dîn, Beyrut, 1978.
Meydan Larousse, İstanbul, 1985.
Müslim b. Haccâc, Sahihu’l-Müslim, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, trs, c.1-5.
Rifat, Ahmed, Tasvîr-i Ahlâk, İstanbul, trs.
es-Sâbunî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, İstanbul, trs.
Selim, Ahmed, Din-Medeniyet ve Laiklik, İstanbul, 1991.
Taftazani, Sadettin Mesud b. Ömer, Şerhul-Akaid, İstanbul, 1976, s.29.
Taylan, Necip, İlim-Din, İstanbul, 1979, s.276.
Uludağ, Süleyman, TDV. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1989.
Hüseyin Emin SERT*
* Fırat Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi, 1998.
[1]Lokman, 31/20; Bakara, 2/29; Enâm, 6/m165.
[2]Doğan Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997, s.13.
[3]Yûnus, 10/57.
[4]Tevbe, 9/127.
[5] Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İstanbul, 1994, s.83.
[6] Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, s.13.
[7] Erol Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995, s.18.
[8]Zâriyât, 51/56.
[9] Bkz. Rûm, 30/41.
[10] Bkz. En’âm, 6/165; A’raf, 7/74; Sâd, 38/26. ayetlerin tefsirleri.
[11] Buharî, Sahihul-Buharî, Kitabur-Rikâk, bab.26, hn.6484, c.7, s.238.
[12] A’râf, 7/179.
[13] Taftazani, Sadettin Mesud b. Ömer, Şerhul-Akaid, İstanbul, 1976, s.29.
[14] Bkz. Al-i İmran 3/7; Fâtır, 35/28. ayetlerin tefsirleri.
[15] Bkz. Cum’a, 62/5; Saf, 61/2-3. ayetlerin tefsirleri.
[16] Bkz. Mü’minûn, 23/115. ayetinin tefsirleri.
[17] Bakara, 2/30; En’âm, 6/165.
[18] Zariyât, 51/56.
[19] Mülk, 67/2; Ankebut, 29/2.
[20] İsrâ, 17/70.
[21] Bayraklı, Bayraktar, İslâm’da Eğitim, İstanbul, 1983, s.230; Ayhan, Halis, Eğitime Giriş, İstanbul, 1986, s.196.
[22] Selim, Ahmed, Din-Medeniyet ve Laiklik, İstanbul, 1991, s.150; Ayrıca bkz. Râ’d, 13/4; Nahl, 16/12. ayetlerinin tefsirleri.
[23] Bkz. Necm, 53/11; Bakara, 2/260. ayetlerin tefsirleri; Bayraklı, a.g e. s.230İsrâ, 17/84; Akseki, Ahmed Hamdi, Ahlâk Dersleri, İstanbul, 1968, s.245.
[24] Ahzab, 33/72; Bolay, Süleyman Hayri, TDV. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, c.2, s.238.
[25] Rifat, Ahmed, Tasvîr-i Ahlâk, İstanbul, trs., s.31.
[26] el-Maverdi, Ebu Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, Edebüd’d-Dünya ve’d-Dîn, Beyrut, 1978, s.85.
[27] Ayhan, a.g.e., s.196.
[28] Uludağ, Süleyman, TDV. İslâm Ans., c.II, s.247, İstanbul, 1989; Büyük Türk Sözlüğü “Zihin” md., İstanbul, trs.; Meydan Larousse, İstanbul, 1985, c. XII, s. 937.
[29] Gazali, İhya-ı Ulum’id-Din, İstanbul, 1975, c.I, s.215; A. Selim, a.g.e. s.150.
[30] Fatiha, 1/6; es-Sâbunî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, İstanbul, trs., c.1, s.25.
[31] Kur’ân, Ahzab, 33/21.
[32] İsrâ, 17/36.
[33] Necm, 53/28.
[34] Taylan, Necip, İlim-Din, İstanbul, 1979, s.276.
[35] N. Taylan, a.g.e. s.276.
[36] En’âm, 6/50.
[37] Muhammed, 47/24.
[38] Gölcük, Şerafettin, Din ve Toplum. s.127.
[39] Düzen, İbrahim, Allah Kainat İnsan, s.163.
[40] Kam, Ömer Ferit, Dinî Felsefî Sohbetler, Ankara, 1990, s.122.
[41] Sahih-i Buharî, İmân 39; Sahih-i Müslim, Müsakat, 107; Ebu Davud, Büyu, 3; Bakara , 2/256.
[42] Çamdibi, Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, 1983, s.164; Araf, 7/179.
[43] Akseki, a.g.e., s.248.
[44] Hicr, 15/3; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1971, c.5, s.3038.
[45] Kısakürek, Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, İstanbul, 1989, s.15.
[46] Kutup, Muhammed, İslâm ve Materyalizme Göre İnsan, İstanbul, trs., s. 133; Kutup, Muhammed, İslâm Eğitiminde Terbiye Metodu, ter: Ali Özek, İstanbul, 1977, s.15.
[47] Selim, a.g.e. s.150-164.
[48] Rad, 13/28.
[49] Arvasi, S. Ahmet, Kendini Arayan İnsan, Ankara, 1972, s.53.
[50] Bkz. Arvasî, a.g.e. s.54.
[51] Kamer, 54/17, 22, 32, 40, 51.
[52] İsrâ. 17/36.
[53] Al-i İmrân, 3/139.
[54] Furkan, 25/63.
[55] Nisâ, 4/19.
[56] Araf, 7/179.
[57]Yûsuf, 12/105.
[58] Bkz. Nûr, 24/37.
[59] Ra”d, 13/11.