Yüksek değerler örgüsü olan inanma, insanın her yapıp-ettiği şeyin dayanağıdır. Davranışlar; insanın düşünce, kabul ve imanın tercümanıdır. Çünkü insan, ancak dinini davranış haline dönüştürerek dindar olabilir. İnanma fenomeni, insan hayatının öbür fenomenleri gibi, temelini insanın varlık yapısında bulur. Çünkü inanma fenomeni ile günlük hayatın bütün yapıp-etmelerinde karşılaşılmaktadır. İnanma ile ilgisi olan hayat fenomenleri, bize o kadar doğal, o kadar açık görünüyorlar ki, günlük hayatta onlar üzerinde özel olarak durmaya gerek bile görmüyoruz. İman, kalbe bir dinamizm getirir, yeni değişimlere ve gelişimlere zemin hazırlar. İnanma eksik olursa; gereken güzellikler oluşmaz ve denge kurulamadığı için hayat sarsılır.
İnsanın hayattaki vazifesi, inançlarını uygulamaya koymak ve buna hizmet edecek amaçları gerçekleştirmektir. Kişisel istek ve beklentiler, imanın gerekleriyle çelişecek olursa bundan sarfı nazar etmek gerekir. İnsanın yaşadığı çevrede olup biten olayları anlamlandırabilmesi çok önemlidir. İnsan, etrafında cereyan eden hadiseleri zihin dünyasında bir yere oturtamazsa, dünyası yıkılır, hayatı anlamsızlaşır. İman, bu noktada insana dünyayı ve çevresindekileri manalandırma seviyesi bahşettiği için çok önemlidir.
İslami manadaki iman ve güzel davranış sahipleri Allah’a dayandıkları ölçüde mutlu ve huzurludurlar. Nitekim, şu ayet buna delalet etmektedir. “Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfâtı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[1] Dini anlamdaki inanmanın yanında, kendine ve geleceğine güven anlamındaki inancını yitiren bir fert veya toplum parçalanır ve varlığı sona erer. Eğer insanlar verdikleri sözü herhangi bir nedenle yerine getirmezlerse, o zaman inandırıcılıkları da karşılarındaki muhatapları da sarsılır. İnanılacak şeyler, hatta ciddî olarak yerine getirilecek sözler de inanılabilirliğini yitirir. İnanma ve kabullenme, insanlar arasındaki ilişkilerin temelidir.[2]
Kişiyi doyumsuz hazza ulaştıran imanın kalpteki yaptığı değişim, organlara yansıyarak davranışları düzenler. Kalbin yatışması ve itminana erişmesi için, gıdası olan imana ihtiyaç vardır. Zira bilgi kalbe iman şeklinde yansımaktadır.[3] İman, şüphe ve tereddüt kabul etmediği gibi; mal ve nefisle cihat ve mücahede etmeyi de gerektirir.[4] Gaybe imanın bir şubesi olan ahirete iman noktasında da en ufak bir şüpheye kapılmamak gerekmektedir.[5] Kişilerin hatada ısrarı ve imanlarının gereklerini yapmamalarının sebebi ahirete iman noktasındaki zaaflardır; ayrıca aksiyona dönüşmeyen iman da, dinî bir manâ ifade etmez.[6] Allah’ın rehberliğini bilerek reddetmek ve emirlerine aykırı davranmak, Allah’ın gazap ve öfkesine sebep olur.
İnanan insanın kullanma kılavuzu Kur’an, neden Allah’ın değişmez sünnetinden ve ümmetlerin mutlaka gelecek olan ecelinden bahsetmektedir? Evet Kur’an, Allah’ın değişmez sünnetinden ve ümmetlerin ecelinin takdim veya tehire uğramayacağından söz eder. Fakat, Allah’ın değişmez sünneti, insanı belli şekilde davranmaya zorlayan bir kader, bir ‘yazgı’ değil, insanın tutum, inanç ve davranışlarının karşısına koyduğu neticedir; yani Allah, insana geçmesi gereken Yol’u ve uğramaması icap eden yolları göstermiş ve neyi nasıl yapar ve ne şekilde davranırsa, dünyada da, ahirette de nasıl bir karşılık göreceğini açık seçik belirtmiştir. İşte, insanın davranışlarının neticesinden, gittiği yolun varacağı sondan kurtulamaması Allah’ın sünnetidir ve ümmetlerin takdim veya tehire uğramayan ecelleri de, yaptıklarının veya yapacaklarının karşılığında ilm-i ilahî’nin ‘önceden’ tespit ettiği birer neticeden ibarettir… Böylelikle insanın bu dünyadaki eylem ve davranışları, bir şekilde öteki dünyaya yansımaktadır.
Psikolojik sahanın bir parçasında meydana gelecek şey, bütün alan üzerinde bir etkileşim yapar. Hidayet, insan hayatında en radikal değişimin adıdır. Bu noktada “İslam, kendisinden öncesini silip atar”[7] nebevi düsturunu hatırlıyoruz. Ayrıca Allah’a ve ahirete iman gönülde ciddî bir değişime sebep olarak kişinin davranışlarını kontrol mekanizmasını harekete geçirir. Çünkü ferdin kabul, faaliyet ve davranışları arasında kesiklikler yoktur, bir safha kendisinden sonra gelen safhaya karışır. Her safhaya kendine mahsus teklik karakterini veren şey ise davranışın istikametidir.[8] Fert de din gibi, dinamik bir ünite ve bütündür, bölünmeyi kabul etmez. Bu yönüyle imanın, kişinin hayatını ne denli kapsıyor olması onun kıvamı açısından önem arz etmektedir. Nisa Suresi 136. ayette “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygambere indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitaba iman edin.” Yani imanınızda sabit ve daim olarak, imanınızın gereklerini bütün hayatınıza yansıtın; bütün kalbinizle, zevklerinizi, hayat tarzınızı, dostluk ve düşmanlıklarınızı Allah’a ve Rasül’üne olan bu imanınıza göre düzenleyin, şeklindeki ikaz bu bütünsellik açısından önem taşımaktadır. İlgili ayetin devamında “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır. Doğrusu inanıp sonra inkar edenleri, sonra inanıp tekrar inkar edenleri, sonra da inkarları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez. Münafıklara, kendilerine elem verici bir azap olduğunu müjdele. Onlar, inananları bırakıp da kafirleri dost edinirler; onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Doğrusu kudret bütün olarak Allah’ındır. O, size Kitapta “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikleri sürece, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz” buyurulmaktadır. Doğrusu Allah münafıkları ve kafirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”[9] Bu ayetlerde görüleceği üzere inananların, cemiyet içindeki davranışları ve kimlerle dostça münasebet içinde olacakları beyan edilmiştir. Ayrıca iman ile inançsızlık arasında mekik dokurcasına hareket tarzı ciddi şekilde eleştirilmiştir.
“Evliya-dostlar” terimi bu bağlamda sadece politik ittifakları göstermez. Aynı zamanda hakikati inkar edenler ile “ahlâkî dayanışmaya” da işaret eder. Bu da onlar tarafından “onurlandırılma” veya eşit kabul edilme ümidi ile onların hayat tarzlarını müminlerin hayat tarzına tercih etmeyi ifade eder. İnatçı inkarcıların hayat tarzının taklit edilmesi, sahih inancın gerektirdiği ahlakî davranışlarla çeliştiğinden, imanın gerektirdiği davranış tarzlarının tedricî olarak terk edilmesine yol açar.[10]
Yukarıdaki ayetlerde dinsizliği ve inkarcılığı moda haline getirip bulunduğu mecliste din aleyhine konuşmayı aydın davranış sananlara da işaret edilmiştir. Kur’ân, bu gibi meclislerde tartışmanın bir yararı olmayacağını, meclisi terk etmenin en doğru davranış olacağını haber vermektedir. Mümin, Allah’ın dini ile alay edilen yerde bunu engellemeye gücü yetmiyorsa, orayı terk etmelidir. Ayrılamıyor ve o alayları rahatlıkla dinleyebiliyorsa; o da küfürde pay sahibi olur.[11] Bu ayetlerde münafıklara işaret edilmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü münafıklar, inananların arasında dolaşmakta ve bir çok fitnenin ortaya çıkıp yayılmasına sebep olmaktadırlar.
İnançlar, yaşadığımız hayat içinde en az fizikî kanunlar kadar geçerliliğe sahiptirler; çünkü insanların hayatını onların inançları idare etmektedir.[12] İnançsız insanlardan oluşan toplumlar meyus ve ümitsiz olurlar. İmanı ruhuna yerleşmiş fert, buna kendini vermişse, o zaman ruhu derinden saran o iman ve fikrin, insan davranışlarında istikrarlı neticeleri görülür. İnsanı kafası ve gönlüyle hür yapan, onu gerçek kişilik ve aslî hüviyetine kavuşturan ancak güven hissi ve imandır.[13] İman, hayatın her boyutuna yansıyıp, kişinin yaşantısını şekillendirmediği müddetçe kemâle ermiş ve sahibini kurtaracak bir seviyeye gelmiş değildir.[14] İnsanın eylem ve davranışları, onun iç dünyası hakkında önemli ipuçları verir. “İçki içen bir insan, olgun bir mü’min olarak içki içemez”[15] düsturu bu konuda önemli bir uyarıda bulunmaktadır.
İslâm’da iman ve ibadet esaslarının ana gayesi, insanı ahlâkî ve değerli olana yöneltmek, deyim yerindeyse insana insanlığını gerçekleştirmesinde yardımcı olmaktır. Davranışların insana sıkıntı ve rahatsızlık yerine huzur getirmesi beklenir. Dünya ve ahirette kişiyi sıkıntıya sokacak davranışlardan sakınmak gerekir.
[1] Kur’ân, Bakara, (2): 112.
[2] Gabbudî, Üsüsü Binai’ş-Şahsıyyeti, s. 59; Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, s. 196-197.
[3] Hüseyin Emin Sert, Kur’an-ı Kerîm’de Akıl, Yayınlanmamış Lisans Tezi, İstanbul, 1992, s. 30.
[4] Kur’ân, Hucurât (49): 15.
[5] Bkz. Kur’ân, Hûd (11): 17.
[6] Sezen, İslâm Sosyolojisine Giriş, s. 87.
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.4, s. 199, 204, 205.
[8] Kresh, Sosyal Psikoloji, s. 48.
[9] Kur’ân, Nisâ (4): 136-140
[10] Esed, Kur’an Mesajı, s. 171.
[11] Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, İstanbul, 1998, s. 99.
[12] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul, 1977, s. 152; Er, Din Sosyolojisi, s. 266.
[13] Gölcük, Din ve Toplum, s. 45, 127.
[14] Kur’ân, Hucurat (49): 14.
[15] Ebu Zekeriya en-Nevevî, Şerhu’n-Nevevî alâ Sahihi’l-Müslim, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1392, c.2, s. 41.