Bu hastalık, sinsi ve bulaşıcı özelliğe sahip toplumsal ve ölümcül bir hastalıktır…
Bu hastalığın sonu bireysel ve toplumsal felakettir…
Bu hastalığın belirtilerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Mal ve mülk sevdası
2. Makam ve mevki hasreti
3. İlim ve irfan gururu
4. Şan ve şeref hissi
5. Güç ve kuvvet gösterisi
Bu hastalık, herkeste aynı şekilde tezahür etmez. Bazı kişilerde mal ve mülk sevdası, bazı kişilerde makam ve mevki hasreti, bazı kişilerde ilim ve irfan gururu, bazı kişilerde şan ve şeref hissi, bazı kişilerde ise güç ve kuvvet gösterisi şeklinde kendini gösterir…
Bu hastalık, sinsi ve bulaşıcı olduğu için, birçok kişi, özellikle gençler, yani kanı kaynayan delikanlılar, bunun bir hastalık olduğunun farkında olmazlar… Bu nedenle birçok kişi, özellikle gençlik yıllarında bu hastalığın pençesine düşerler…
Bu hastalığa yakalananların çoğu, hastalık etkisini iyice gösterip onu halden düşürene kadar, bunun bir hastalık olduğunun farkına varmazlar…
Çoğu zaman bu hastalığa müptela olan şahıs, hastalığının farkına vardığında artık iş işten geçmiş, felaket kapıya dayanmış olur…
Maalesef çoğu zaman bu hastalığın pençesinde kıvrananlar, bu hastalığın başa getirdiği felaketin acısını yalnız yaşamaz, başta aile bireyleri olmak üzere en yakın çevrelerine de yaşatırlar…
Yaratılış gayelerinin farkında olmayan bireyler, bu hastalığa yakalanma riskini daha fazla taşımaktadırlar…
Ebedi hayata yönelik beklentileri olmayan, bu dünyadaki kısa ve sıkıntılı hayatın dışında sıkıntıların olmadığı selamet yurdunun varlığından habersiz/gafil olanlar, bu hastalığa karşı korumasız durumdadırlar…
Hak ile meşgul olmayan, batıl ile hemhal olanlar, bu hastalık virüsünün hedef kitlesi arasındadırlar…
Özellikle bu gün medya dediğimiz radyo, televizyon, gazete ve internet gibi basın yayın araçları, bu hastalık virüsünü, toplumun bedenine zerk etmektedir…
Bu konu ile ilgili, hepimizin sık sık karşılaştığı örneklerden bir tanesine değinmek istiyorum:
Yıllar önce İstanbul’da lokantada beraber çalıştığım “İbrahim” adında deli dolu bir genç vardı. Bazen “Ulan gideceğim caddenin ortasında çıkaracağım bıçağı vuracağım birisini, bıçaklayacağım! TV Muhabirleri gelip bu olayı/beni haber yapacaklar. Bütün Türkiye beni seyredecek… Böylece ben de meşhur olacağım…” derdi.
Evet, bu şahıs da meşhur olma sevdasına kapılmıştı. Fakat nasıl meşhur olacağını bilemiyordu…
Onun gözünde meşhur olmak, önemli idi…
Mal ve mülk, makam ve mevki, ilim ve irfan sahibi değildi. Bununla beraber insanların gözünde şan ve şeref sahibi de değildi… Bir tek yol kalmıştı kendisince. O da başkasının hayatını mahvetme pahasına da olsa güç ve kuvvetini kullanarak ülkedeki tüm insanların “Helal olsun! Bu ne kadar güçlü, ne kadar cesaretli, ne kadar kahraman birisidir!” deme beklentisiydi…
Kim bilir ne kadar kişi, bu tür hayallere kapılıp şu geçici dünya hayatını kendilerine de toplumun diğer bireylerine de zehir etmişler/ zehir etmektedirler…
Peki, nedir bu hastalığın çaresi?..
Var mı bu derdin dermanı, bu virüsün anti virüs programı?..
Bu hastalığın bilinen çaresi:
1. Bu dünyada var olma gayesinin farkına varmak ve bu gaye doğrultusunda bir hayat felsefesi oluşturmak
2. Güç, kuvvet, ilim, irfan, şan ve şöhret hususunda kibir ve gururdan sakınmak, bu konularda insanlara karşı mütevazı davranmak
3. Mal, mülk, makam ve mevki hususunda aç gözlülükten sakınmak, bu konularda tok gözlü olmak, müstağni davranmaktır…
Meşhur olmak isteyenler, şunu bilmeliyiz ki; telaş etmeye ve yanlış yollara sapmaya gerek yoktur.
Biz insanlara karşı mütevazı, dünya mal ve menfaatine karşı tok gözlü ve müstağni olursak, gerisi gelir!..
Allah sevdi mi, sevdirir; beğendi mi beğendirir!
Önemli olan Allahın sevgisini kazanma gayreti içinde olmamızdır.
Allahın sevgisini kazanan “huzur bulmuş ve mutlu olmuş” demektir.
Yunus’un dediği gibi “Gelin tanış olalım, işin kolay tutalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz”
Selam ile…
(Nusret Taş)