Tarih Şuuru
“Bizde nice ehl-i hünerin, tuz katılmaz aşına,
Açlıktan onu öldürürüz, sonra bir abide dikeriz başına.”
——-
Tarih, bir milletin hafızasıdır. Hafızası olmayan insan güdülmeye mahkûm olduğu gibi, tarihine sahip çıkmayan milletler de emperyalist ülkelerin uydusu olurlar. Bütün bitkiler kökünden beslenir. İnsanlar da ruhi ve fikri gıdasını kökünden, yani geçmişinden alır. Kökünden suyunu almayan bir bitki nasıl çürür ise, tarihinden ibret ve ders almayan milletler de çürümeye mahkûmdur. Ünlü düşünür Voltaire der ki: “Tarih, kralların, paşaların çiftliği değil, milletlerin tarlasıdır. Her millet geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte de onu biçer.”
Bir milleti millet yapan değerler vardır. Bu değerlere sahip çıkmayan milletler, benliğini kaybeder ve kültür emperyalizminin rüzgârında savrulur gider. Bizi biz yapan manevi değerlerimiz vardır. Tarihimiz, inancımız, örfümüz, vatanımız, bayrağımız bizi yekvücut olarak birleştiren bu manevi değerlerimizdir. Biz, tarihimize ne kadar sahip çıkıyoruz? Milletini, manevi bağlarla birbirine bağlayarak, ortak paydalar altında toplayıp aynı hedef ve istikamete sevk edebilmek için, tarihi olmayan milletler bile, kendi çocuklarına efsaneler uydurmakta, yalancı tarihler ortaya çıkarmaktadır. Biz ise medeniyetler kurmuş, çağ açıp çağ kapamış, dünya tarihine altın bir çağ yaşatmış, zengin bir tarihe sahip olduğumuz halde, maalesef tarihimize sahip çıkmıyoruz.
Her yıl, binlerce kilometre mesafeden, dedeleri Çanakkale savaşında yenilmiş olan binlerce Anzak Çanakkale’ye gelerek, dedelerinin anısını yaşatmaya ve onlara vefa borcunu ödemeye çalışırken, bizler; aynı vefa borcunu, bize bu cennet vatanımızı, canlarını ve kanlarını vererek hediye eden ecdadımız için yerine getirebiliyor muyuz? Çanakkale programları ve Çanakkale gezileri bu vefa borcunu ödemeye yetmez. Çanakkale, yılda bir değil, her gün gündemimizde olmalı. Japonlar ilkokul öğrencilerini öncelikle son teknolojik uçakları, trenleri, arabaları gezdirdikten sonra, aynı gün Hiroşima’ya götürüp çocuklara diyorlar ki: “Bakın çocuklar; dedelerinizi işte bu teknolojik bomba ile emperyalistler yok etti, sizler de yok olmak istemiyorsanız, onların teknolojisinin üstünde bir teknolojiye sahip olmalısınız.” Bizler, çocuklarımıza hangi telkinde bulunuyoruz? Onlara Milli Tarih şuurunu verebiliyor muyuz? Bizden başka tarihine sahip çıkmayan, tarihiyle kavgalı bir millet var mı acaba?
Hamdullah Suphi Tanrıöver Milli Eğitim Bakanı iken, Yugoslavya’nın en büyük şairlerinden Tatelesko’yu İstanbul’a davet eder. Tatelesko, Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesini ziyaret etmek ister. Türbe’nin kapalı olduğunu görür. Bizimkilere şöyle der: “Tarihi olmayanların bile milli birlik ve beraberliği sağlayabilmek, gençliğine bir gaye ve ideal verebilmek için, efsaneler uydurdukları bir dönemde, sizin buraları kapalı tutmanız ne kadar abes.” Bu olay, tarihimize karşı ne kadar duyarsız olduğumuzu gösteren acı bir tablodur.
Çanakkale savaşının kaderini değiştiren, 275 kilogramlık top güllesini tek başına “bismillah” deyip atarak İngilizlerin Ocean zırhlı gemisini batıran Seyit Çavuş’a bile, bu millet vefasız davranmıştır. Seyit Çavuş, memleketine döndükten sonra, bir müddet geçimini temin etmek için odun kesip satmıştır. Daha sonra Havran’da bir zeytin fabrikasında hamallık yaptı. Bu sırada vereme yakalandı. Fakir ve perişan bir halde, sessiz sedasız vefat etti. Bugün Seyit Çavuş’un heykelini diktik ama onu perişan bir hayata mahkûm ettiğimiz için vicdan azabı çekmekteyiz.
Şair ne güzel söylemiş;
Bizde böyle ehl-i hünerin
Bir tutam tuz koyan olmaz aşına,
Öldürüp önce onu açlıktan,
Sonra bir türbe dikeriz başına.
Biz, altı asır dünyanın süper gücü olarak, 23,5 milyon kilometrekare toprağa sahip olan ecdadımızın çocuklarına, diyarı gurbette kapıcılık yaptırdık, domuz ahırlarını temizlettik, Avrupa şehirlerinin sokaklarında dilenmeye mahkûm ettik. Irkçı emperyalistler, her gün gurbetçilerimizin evlerini kundaklayarak, çoluk çocuk demeden yakmaktadırlar.
İşte, bugünkü geldiğimiz nokta dünden farksızdır. Tarihten ders alınsaydı, tarih tekerrür etmezdi. Bu milleti millet yapan milli ve manevi değerleri yok etmek için emperyalistler, içerden ve dışardan savaşmaktadır. Bu kültür emperyalizmine karşı çocuklarımıza, Milli Tarih şuurunu vermeliyiz. Çanakkale’yi geçilmez yapan ruhu bizler de çocuklarımıza kazandırmalıyız. Muasır medeniyetler seviyesine ancak bu yolla ulaşabiliriz. Bu cennet vatanımızı, canlarını feda ederek bizlere armağan eden, tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz, ruhları şad olsun.
http://www.tumgazeteler.com/?a=2799831
http://blog.mynet.com/dilek_kul_77/yazi/milli_tarih_suuru/123441 07.11.2008
Osman Doğan
——–
DİL ve KÜLTÜR -I- İsmail ÇETİŞLİ
Bir toplum ve milleti diğer toplum ve milletlerden farklı kılan ve ona kendine has bir kimlik kazandıran, zaman ve coğrafya içinde teşekkül etmiş maddî ve manevî her türlü değerler bütününe kültür denir. “Kültür” kavramıyla isimlendirilen söz konusu maddî ve manevî “değerler bütünü”nü ise; dil, din, sanat (edebiyat, musiki, resim, mimarî, heykel, tiyatro), folklor, âdet, örf, gelenek, tarih, ahlâk, hukuk, devlet anlayışı, askerlik, ziraat, ekonomi, spor, basın-yayın ve toplumun ortak ve temel düşüncesi (ideoloji) oluşturur.
Dil, hemen hemen bütün kültür tariflerinde, onu teşkil eden değerler manzumesinin başında yer alır. Bu durum, dil-millet ve dil-kültür ilişkisini açıkça ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda dilin kültürün varlığı, bütünlüğü, gelişmesi ve devamlılığındaki önemini de sezdirir. O zaman şöyle bir soru sorulabilir: Dil ile kültür arasında nasıl bir ilişkisi vardır? Dil, kültür bütünlüğü içinde nerede yer alır ve bu bütünlükteki önemi nedir?
Öncelikle şu gerçek bilinmelidir ki, her “millet” adını taşıyan toplumun kendine mahsus bir dili vardır. Bir başka ifadeyle, millet olmanın en temel şartlarından biri ve belki de birincisi, o milleti oluşturan insanların ortak bir dile sahip olmalarıdır. Nitekim hemen hemen bütün sosyologlar, milleti tarif ederlerken dil birliğini zikretme ihtiyacı hissederler. Meselâ Ziya Gökalp göre millet; “lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yani ayni terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümre”dir. Hatta Gökalp, bu tarifi biraz daha basitleştirerek milleti, -Türk köylüsünün ifadesiyle-; “Dili dilime uyan, dini dinime uyan” şekline getirir.
Dil birliği, insanların bir arada, toplum veya millet hâlinde yaşayabilmelerinin en önemli, belki de birinci şartıdır. Dilleri farklı olan; dolayısıyla birbirlerini anlama imkânları bulunmayan insanları bir arada yaşatmak ne kadar mümkün olabilir? Birbirlerini en basit seviyede de olsa anlayamayan milyonlarca insan arasında nasıl kültürel bir birlik sağlanabilir? En basitinden bir aile düşünün. Ailenin çekirdeği ve temeli olan anne ve babanın dilleri farklı olsun. Bunlardan dünyaya gelen çocukların dili de başka bir dil. Bu insanların aynı çatı altında huzur ve ahenk içinde yaşamaları mümkün mü?
Konfüçyus’a, “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş olarak ne olurdu?” diye sorulduğunda şu cevabı verir: “İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozuk olursa, kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken işler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
“Fransa’nın sınırları, Fransızca’nın konuşulduğu yerlerdir.” diyen Napolyon Boneparte, bu cümlesiyle dil-millet ilişkisini çok daha somut hâle getirir. O kadar ki, bir milletin vatanı, dilinin konuşulduğu topraklardır. Bu açıdan Yahya Kemal Beyatlı, dili, vatandan da üstün tutar. Zira ona göre, “Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır. Ancak (Türkçe’nin) çekildiği yerler vatanlıktan çıkar.” Çünkü vatanın “gövde ve ruhu” Türkçe’dir.
DİL ve KÜLTÜR -II-
Dilin millet hayatındaki önemi, sadece o milleti teşkil eden milyonların günlük hayatta birbirlerini anlamaları veya birbirleriyle iletişim kurmalarında vasıta olması değildir. Zira dili, sadece basit bir iletişim aracı olarak düşünmek veya zannetmek yanlıştır. Onun bundan çok daha önemli işlevleri vardır. Söz konusu işlevler; kültürün aynası, mahfazası, taşıyıcısı ve ifade vasıtası olması şeklinde sıralanabilir.
Her dil, kendini konuşan milletin, yüzyıllar içinde müştereken yarattığı sosyal ve millî bir müessesesidir. Dolayısıyla dilde, kendini var eden milletin mantığı, düşünce tarzı, yaratıcılığı saklıdır. Daha açık bir ifadeyle, her bir dilin sahip olduğu kendine has yapı ve mantık dokusu, o dili konuşan millete aittir.
Daha da önemlisi, yüzyıllar boyunca bu dili işleyen, geliştirip zenginleştiren millet, kendi tarihini ve kimliğini diline yükler. Çoğu zaman değişik sayılardaki seslerden teşekkül etmiş basit mânâlı birlikler olarak gördüğümüz kelimeler, gerçekte o kelimelere hayat veren milletin kültür atomcuklarıdır. Her birinin içinde de o milletin kültürüne ait büyük değerler saklıdır. Zevklerimiz, ihtiraslarımız, hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, ideallerimiz, dünya görüşümüz ve hayatımız, zamanla kelimelerin mânâ, duygu, çağrışım ve ses dünyasına siner. Öyle ki, bir kelime bir tarih, bir kültür olur. Kelimeler üzerinde tek tek düşündüğümüzde veya dilimizden beş-on kelimeyi atmaya kalkıştığımızda, bu hususu çok daha iyi anlarız.
Nitekim Atatürk, dil ile “millî his” arasında çok yakın ilişki görür. “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişâfında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin.”
Üstelik milletler, bütün kültür değerlerini çok büyük ölçüde dillerine yüklerler. Asırların ötesinden süzülüp gelen kültür değerlerimizi, ancak dilin taşıyıcılığı vasıtasıyla sahip olabiliriz. Türkülerimizi, şarkılarımızı, ninnilerimizi, manilerimizi, atasözlerimizi yüzyılların ötesinden bize getiren kimdir? Bu açıdan kültür değerlerini dünden bugüne, bugünden de yarına taşıyabilmenin, geniş kitlelere mal edebilmenin en sağlam, en emin, en kalıcı yolu dildir. Hele bu değerler yine dil vasıtasıyla, insanın önemli icatlarından biri olan yazıya geçirilirse, çok daha kalıcı olacaktır. Bir düşünün, eğer Ahmet Yesevî ve Yunus Emre ilâhî aşkını, Süleyman Çelebi Hz. Peygambere olan sevgisini, Karacaoğlan beşeri aşkını, Fuzûlî yalnızlık ıstırabını, Mehmet Akif, vatan, millet ve istiklâl sevgisini dile dökmemiş olsaydı neler kaybederdik? Neler kaybederdik, Orhun Âbideleri, Dede Korkut Hikâyeleri, Divan-ı Lügat’it-Türk, Kutadgu Bilig, Atabet’ül-Hakayık gibi kültür çınarlarımız, ecdadımız tarafından dil ve yazının emin ellerine emanet edilmemiş olsaydı? İşte bu noktada dil, hem kültürün mahfazası hem de onun geniş kitlelere yayılması ve gelecek nesillere taşınmasında en sağlam ve en emin bir kültür köprüsüdür.
Hulâsa dil, toplumları millet kılan en temel ve en hayatî kültür değerlerinden birisidir. Bunun da ötesinde dil, milletin kültürünün kendinde yansıdığı bir ayna, kültürün kendinde saklandığı ve korunduğu bir mahfaza, kültürün ifade vasıtası ve geniş kitlelere taşınması veya gelecek nesillere aktarılmasında en sağlam ve sağlıklı bir köprüdür.
http://www.ismailcetisli.com/ismailcetisli/denemeler/dil-ve-kultur/ 07.11.2008