İSLAM’DA YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMANIN ÖNEMİ VE VAKIF MÜESSESELERİ
Zarif, güzel ve derin insan yetiştirmek sûretiyle huzurlu bir cemiyet ortamı meydana getirmek, dînin aslî gâyelerinden biridir. Bu olgunlaşma, ancak gönüllerin merhamet ve şefkat hissi ile dolması ve bunun en güzel tezâhürleri olan zekât, infak ve hizmet ile mümkündür.
Zîrâ bütün bunlar, kulun Rabbine karşı en mühim bir şükür borcudur.
Gerçek bir sevginin en büyük alâmeti fedâkârlıktır.
Seven, sevdiğinin yolunda fedâkârlık yapmayı, sevgisi ölçüsünde bir zevk ve vazîfe olarak telakkî eder.
Bu bakımdan mümin bir yüreğin, Yaratan’ı hürmetine bütün mahlûkâtı, şefkat ve merhametle kuşatıp kucaklaması îcâb eder.
Kardeşlik duygularının zayıfladığı, toplumsal huzur ve sükûnun kaybolduğu, kin ve husûmetin çoğaldığı zamanımızda, ciddî bir infak ve hizmet seferberliğine ihtiyaç vardır.
Fakat ne yazık ki bugün içinde bulunduğumuz toplumda, bir taraftan toplumsal ve ekonomik buhranlar, diğer taraftan da fertlerin ekseriyetle maddiyata kul köle olması sebebiyle en çok unutulup ihmâl edilen hususların başında, dînin infak ve yardımlaşma ile ilgili yönü bulunmaktadır.
Bu hususla ilgili ilk akla gelenler ise zekât-infak gibi vecîbelerle, vakıf gibi şefkat müesseseleridir.
Gerçekten, bütün cihâna karşı, farklı bir dünya görüşünün muhâfaza ve müdâfaasını üstlenerek altı buçuk asır ayakta kalmış, dîn, dil ve ırk itibâriyle onlarca ayrı topluluğu sulh, sükûn ve huzur içinde bir arada yaşatmış olan Osmanlı Devleti’nin bu başarısındaki temel sâiklerden biri de, hiç şüphesiz “Hayır Müesseseleri” ve bunlar arasında vakıflara atfettiği ehemmiyettir.
Onlar büyük bir edeb ve hürmet ile “muhterem âcizler” diye tâbir ettikleri akıl hastalarını, av etiyle beslemek ve mûsikî ile tedâvî etmek gibi hâlâ kâbına varılamamış bir merhamet, muhabbet ve medeniyet seviyesine ulaşmışlardır.
Bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık oluşundan dolayı, toplum tarafından tecrid edilen cüzzamlılara, Osmanlı vakıf medeniyetinde şefkat eli uzatılmış, onlar için her türlü bakımın yapıldığı “Miskinler Tekkesi” adı verilen müesseseler kurulmuştur.
Binâların saçak altlarına kuşların barınmaları için zarif “kuş evleri” yapan ve vakti gelip de göç edemeyen yaralı leylekler için vakıflar tesis eden Osmanlıların bu icraat ve tatbikatlarını lâyıkıyla öğrenmek, kendimizi onların ölçüleriyle değerlendirmek için son derece ehemmiyetlidir.
Diğer taraftan, merhamet ve muhabbeti vakıf hizmetlerine ve hayırlarına en ideal ölçülerle aksettiren ecdâdımız, çaresizlerin, fakirlerin, dulların, yetimlerin izzet ve haysiyetlerini korumak için de âzamî bir dikkat, nezâket ve gayret göstermişlerdir.
Sadakayı verenle alanın birbirini görmemesini temin maksadıyla câmilerde “sadaka taşları” ihdâs etmek ve muhtaçlara dağıtılacak olan yemekleri, onların haysiyetlerini rencide etmemek için gece karanlığında dağıtmak gibi hassâsiyetler, merhamet ve muhabbetin ideal ölçüde gerçekleştiği örnek bir davranış üslûbudur.
Hattâ, hizmetkârların gönülleri incitilmesin diye kazâ ile kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâları tazmin eden bir vakfın kurulmuş olması, ne kadar ibretli ve hayal ötesi bir duygu derinliğidir. Bunlar da günümüzde, insanlık izzet ve haysiyetini lâyıkıyla takdîr edebilmek için ehemmiyetle hatırlanması ve kazanılması lâzım gelen hayâtî düsturlardır.
Hayâtımıza, davranışlarımıza ve duygularımıza aksettirebildiğimiz ölçüde gerçek güzellik ve kıymetini idrâk edebileceğimiz bu bilgiler, muhtevâsındaki ideal merhamet ve hassâsiyet misâlleri itibâriyle, bugün şiddetle muhtaç olduğumuz uyanış ve silkinişin birer îkâz ve irşad vâsıtalarıdır.
İSLAM’DA YARDIMLAŞMA-İNFAK ve HİZMET
“Gerçek müminler ancak; Allâh ve Rasûlüne îmân eden ve sonra da şüpheye düşmeyerek mallarıyla ve canlarıyla Allâh yolunda cihad eden kimselerdir. İşte (îmânlarında) sâdık olanlar bunlardır.” (el-Hucurât, 15)
“O takvâ sâhipleri, kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allâh yolunda) infâk ederler.” (el-Bakara, 3)
“Allâh, müminlerden cennet mukâbilinde canlarını ve mallarını satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızasını kazanma uğrunda kendisini ve malını fedâ eder…” (el-Bakara, 207)
Dünyayı âhirete hazırlık mekânı, âhireti de bu dünyanın devamı kabul eden İslâm, bu iki âlem arasında beden-rûh, madde-mânâ bakımından en güzel ve mükemmel dengeyi kurmuş, böylece huzurlu, âhenkli ve müreffeh bir cemiyetin en sağlam zemînini oluşturmuştur.
Geniş bir sahaya yayılarak hizmet veren vakıflar, en güzel infak müesseseleridir.
Vakıf, yaratılmış her şeye karşı İslâm’ın şiârı olan şefkat ve merhametin en mükemmel bir tezâhür şeklidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, olgun bir mümin olarak rızâ-yı ilâhîye vâsıl olabilmemiz için en sevdiğimiz şeylerden infakta bulunmamız emredilmiştir.
İnsan için dünyaya âit varlıkların değer itibâriyle en yüce ve ehemmiyetli olanı, “can” ve “mal”dır. Cenneti satın alabilmek ve rızâ-yı ilâhîye nâil olabilmek, bunları Allâh yolunda infâk etmekle mümkündür.
Bu sebepledir ki, malını ve canını, yâni sâhip olduğu her şeyi Allâh yolunda cömertçe harcayan insanlara “vakıf insan” denilmiştir.
Gerçekten bu gibi insanlar, kendilerini bütün imkânlarıyla hayra vakfetmiş olmaktan dolayı böyle yâd edilmeye lâyıktırlar.
Cemiyetin huzur ve sükûnunun sağlanmasında bu gibi kimseler son derece ehemmiyetli bir vazife deruhte ederler.
Zîrâ, böylelerinin hizmet ve faaliyetleri -umûmiyetle- geçici dünya hayatına münhasır olmayıp, tesis ettikleri müesseseler vasıtasıyla gelecek zamanlara da şâmil bir sûrette devamlılık arz eder.
Vakıf insanların en zirvesinde bulunanlar; peygamberler, velîler ve onların terbiyesinde kemâle eren müminlerdir. Onlar, gönüllerindeki îmân heyecânını dünyanın dört bir tarafına taşımışlar, yine târihin en güzîde altın sahîfelerini onlar doldurmuşlardır.
Zamanımızın ictimâî ve iktisâdî sebeplerle binbir huzursuzluğa sahne olması -biraz da- eski ve zengin vakıfların bir hayli târumâr edilip yok edilmesinden ve yeniden kurulanların da ihtiyaçlar karşısında kifâyetsiz kalmasından ileri gelmektedir. Bu kifâyetsizliğin telâfîsi için, günümüzün varlıklı insanları gayrete gelmelidir. Zîrâ bu husustaki mesûliyet onlara râcîdir.
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
“İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, arkasından duâ eden hayırlı evlâd.” (Müslim, Vasiyye, 14)
İslâm âlimleri, sadaka-i câriye ile ekseriyetle vakfın kastedildiğini beyân etmişlerdir. Sadaka-i câriye, Allâh rızası için, dâimî sûrette hizmet veren bir eser bırakmaktır.
VAKİF MÜESSESESİNİN TEMEL FELSEFESİNİ TEŞKİL EDEN ÖNEMLİ DİNİ KAVRAMLAR
A. YARATILANA ŞEFKAT (ŞEFKAT Lİ-HALKİLLÂH)
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, “…Mü’minlere kol kanat ger.” (el-Hicr, 88) buyurarak, Allâh Rasûlü’nün şahsında bütün müslümanlara, mâtemlerin civârında dolaşmalarını ve mü’minlerin dertleriyle dertlenmelerini emretmektedir.
Allah Resulu;
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allâh Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Allâh’ı arayan kişi, mâtemlerin civârında dolaşmalıdır. Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:
“−Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allâh Teâlâ ona:
“−Beni kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Bu hakîkati idrâk eden Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü ne kadar ibretlidir:
“İki nîmet vardır ki beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum:
Birincisi, bir kimsenin, ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir.
İkincisi de, Allâh Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut kolaylaştırmasıdır.
Hak dostlarının bu mevzûdaki hikmetli sözlerinden bir kısmı şöyledir:
“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder.” (Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-)
“Eğer gönlünün dertli olmasını istemiyorsan, git dertli gönülleri dertlerinden kurtar.” (Sâdî-i Şîrâzî)
“İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.” (Mevlânâ -kuddise sirruh-)
“Başkalarının yükünü yüklenmeli, fakat onlara yük olmamalıdır. Cefâ edenlere karşı, ses çıkarmadan vefâ göstermelidir. (Kutadgu Bilig)
Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünyâ dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık affedici ve merhametli olduğunu, hatta “Merhamet edenlerin en merhametlisi”[1] bulunduğunu ve merhametinin her şeyi ihâta ettiğini[2] haber verir. Mahlûkâttaki bütün merhamet tezâhürleri de Cenâb-ı Hakk’ın bu nihâyetsiz rahmetinin bir tecellîsidir.
Kendisi bu kadar merhametli olan Yüce Rabbimiz, kullarının da birbirlerine karşı şefkât ve merhamet hisleriyle dolu olmalarını arzu etmektedir. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en mühim vasfı da merhamettir. Allâh Teâlâ O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. el-Enbiyâ, 107.
Bu yüzden Allâh Teâlâ, kendi isimlerinden Raûf (çok şefkatli) ve Rahîm (çok merhametli) sıfatlarını Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e de lutfetmiştir. et-Tevbe, 128. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allâh Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65)
“Merhamet ancak şakî olanın kalbinden alınır.” (Tirmizî, Birr, 16/1923; Ebû Dâvûd, Edeb, 58/4942)
Hâlık’tan ötürü mahlûkâta gösterilecek şefkat ve müsâmaha, mü’minleri kemâle ve fazîlete erdiren en kuvvetli bir müessirdir. Allâh dostlarında müşâhede edilen “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta şefkatle bakabilme” ahlâk-ı hamîdesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu cihânşümûl hadîsi şerîfinde ne güzel ifâde edilmektedir: Bir gün O:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise şu îzâhı yaptı:
“–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..”[3]
Müslümanlar, düşmanları bile olsa Allâh’ın kullarına şefkat ve merhametle muâmele ederler.
Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Azîz, Bedir’de müşriklerin bayraktarlığını yapmıştı. Savaşın sonunda esir düştü. Ebû Azîz, bu esnâda gördüğü şefkat ve merhameti şöyle nakleder:
“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensâr’dan bir topluluğa teslîm edilmiştim. Bedir’den dönerken, sabah ve akşam yemekleri geldiğinde ekmeği bana tahsis ederler, kendileri de kuru hurma ile geçiştirirlerdi. Çünkü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bize güzel muâmelede bulunmalarını tavsiye etmişti. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse hemen onu getirir ve bana verirdi. Ben hayâ eder o ekmek parçasını onlardan birine iâde ederdim, ancak o ekmeği tekrar bana verir, kesinlikle el sürmezdi.” (İbn-i Hişâm, II, 288; Heysemî, VI, 86)
{
Kıtlık zamanında Yûsuf -aleyhisselâm-’a:
“–Sen, hazînelerin sâhibi ve tasarrufçusu olduğun hâlde niçin kendini aç bırakıyor, doyasıya yemiyorsun?” diye sorulmuştu. Şu cevâbı verdi:
“–Ben doyarsam, aç olanları unutup hallerini anlayamamaktan korkarım!”[4]
Bursevî, Rûhu’l-Beyân, İstanbul 1969, IV, 284.
. Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruh-, bir gün derste talebelerine:
“Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”[5] hadîsini îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve:
“–Üstadım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” der. Hazret “Elhamdülillâh!..” der.
Otuz sene sonra bir dostuna:
“–Ben o vakit, «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ızdırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..” der.
{
Bir gün Allâh dostlarından Fudayl bin Iyâz’ı ağlarken gördüler:
“–Niçin ağlıyorsun?” dediler. O da:
“–Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğüm için ağlıyorum!
Bütün kederim, onun kıyamette rezil olacağından dolayıdır…” buyurdu.
Abdülhamîd Han’ın bağlılarından olmayan bir mâbeyn kâtibi, hâtırâtında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:
“Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertiblemiştim. Tam huzûra çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahanesi me’mûrlarından birinin Hünkâr’a çektiği bir telgraftı bu…
Bîçâre me’mûr, telgrafında karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların kendisini îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını, bildiriyordu.
Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım. Ancak huzûrda, Pâdişâh, âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:
«–Başka birşey var mı?»
«–Kayda değer birşey yok efendim!” dediysem de Sultan, ısrarla suâlini tekrarladı ve:
«–Sen kayda değer saymadığını da söyle!» dedi.
Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:
«–Hemen getiriniz!»
Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdim. Sultan, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine derhal saray doktorunu çağırtarak bana döndü:
«–Derhal beraberce Lâleli’ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâhaleyi yaptırınız!» diye fermân buyurdu.
Sultan’ın bu emri üzerine saray doktoru ile o me’mûrun evine gittik. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultan, perdeyi araladı ve eliyle «Gelin» diye işâret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu. Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:
«–Sultanım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh.. Bir erkek çocuk dünyâya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler…» dedim.
Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir «Elhamdülillâh» dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek’at şükür namazı kıldı.”
Çanakkale muhârebelerinde, îmânlı askerimizin merhamet hissi, sadece mü’min kardeşlerine değil, kendilerini öldürmeye gelen düşman askerlerine dahî ulaşmaktaydı. 1930’da kendilerine âid bir anıt mezarın açılışına gelen Fransız Generali Guro, şehîd Türk askerlerinin kabirlerini de ziyâret etmek isteyerek, etrafındaki çoğu Fransız olan topluluğa şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:
“–Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir askerdir. Bu hususta size zihnimde hâlâ taptaze duran canlı bir hâtırâ nakletmek istiyorum:
Bir sabah günün ilk ışıkları ile birlikte Türkler’le süngü harbine başlamıştık. Onlar, çok ama çok mâhir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak mümkün değildi. Akşam geç vakte kadar süren bir çarpışmadan sonra yaralılarımızı toplamak üzere karşılıklı bir anlaşma yaptık. Her iki taraf da yaralılarını almaya başladıklarında, ben de harp sahasına çıktım. O karışık hengâmda gördüğüm bir manzara, değme ressamların fırçalarından bile çıkmayacak bir tablo oluşturmaktaydı. Her şeyi bir kenara bırakıp büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla seyre koyuldum.
Bir Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağında taşıdığı yaralı için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya çalışıyordu.
Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı hâlde kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu fedâkâr, kahraman ve asil askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?..”
Sözlerinin burasında hıçkırmaya başlayan General, gözyaşlarını mendiliyle silmeye çalışarak derin bir iç çekti ve boğuklaşan sesiyle:
“–Efendiler! O Türk yiğidinin kucağındaki yaralı, bir Fransız askeriydi, bir Fransız askeri!..” dedi. Ardından yere çöktü; elini yüzüne kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…
Askerin bu muhteşem hâli, bir mü’minin rûhundaki ufku göstermeye kâfîdir: Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmak…
İstanbul’da anarşi hâdiselerinin zirvede olduğu bir dönemde yaşanan şu hâdise, muhtaçların derdiyle dertlenmenin bereketini gösteren ibretli bir manzaradır:
Beş-altı soyguncu, büyük bir markete girmişler ve dükkan sâhibine kasada ne varsa vermesini istemişlerdi. İhtiyar adamcağız, çâresiz bir şekilde kasanın anahtarlarını tam eline almıştı ki, gelen gideni kontrol için kapıda bekleyen soyguncu, onu fark etti ve birden yerini terk ederek süratle içeri girip yaşlı dükkan sâhibine siper oldu. Silahını da arkadaşlarına doğrultmuş bir vaziyette haykırdı:
“–Buradan tek kuruş almadan çıkacağız!”
Bu âni gelişme karşısında şaşıran arkadaşları:
“–Hayrola! Buraya kadar kaç dükkan soyduk; bir şey demedin! Ne oldu sana birden?!. Çekil önümüzden de işimize devam edelim!” dediler.
Fakat o, arkadaşlarına mânî olabilmek için hem kararlı hem de mahcup bir edâ ile şunları söyledi:
“–Hayır! Buradan bir iğne bile almayacağız! Sakın ısrar etmeyin. Bilin ki, benim cesedimi çiğnemedikçe bu dükkandan size hayır yok! Bu ihtiyar amca kim biliyor musunuz? Ben yıllar yılı kumarhâne ve meyhâne köşelerinde âilemi ve çocuklarımı ihmâl ederken, şefkat ve merhamet elini uzatarak, âdetâ onlara babalık yapan ve yavrularımı büyütüp okutan müstesnâ bir insan!..”
Bu hâl üzerine arkadaşları, başlarını önüne eğdi ve hep birlikte özür dileyip oradan ayrıldılar.
İşte Allâh için infâkın dünyevî fâidesinin yaşanmış, ibret dolu ve müşahhas bir misâli! İşte, “Sadaka belâyı defeder.”[6] ifâdesinin bir tecellîsi…
İmkânı az olan az sadaka ile, zengin olan da çok sadaka ile Allâh’ın rızâsını kazanmalı, belâlara karşı kendine siper hazırlamalıdır.
B. YETİMLERE BAKMAK VE ONLARA İYİ MUAMELE
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hayır! (Siz Allâh’tan hep ikrâmı devam ettirmesini istersiniz lâkin), yetime değer vermez, iyilikte bulunmazsınız! Muhtaçları doyurmaya teşvik etmezsiniz.” (el-Fecr, 17-18)
Bu zayıf insanlara yakın olan ve samîmî bir şekilde ihtiyaçlarıyla ilgilenen kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu kulluk kıvâmına ererek iki cihân saâdetini elde ederler.
Tomlumdaki kanadı kırıkların en fazla keder ve hüzne dûçâr olanları ise dul hanımlar ve yetim çocuklardır. Onlar hâlet-i rûhiye olarak bir ızdırap, hasret ve sıkıntı içindedirler. Onların yaralarının sarılması ve tesellî edilmeleri, ümmetin üzerine bir borçtur. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allâh yolunda cihâd etmiş gibi sevap kazanır.”
Râvi diyor ki, hatta Allâh Rasûlü’nün:
“O kimse tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri de hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir.” buyurduğunu da sanıyorum. (Buhârî, Nafakât 1, Edeb 25, 26; Müslim, Zühd 41)
Cenâb-ı Hak yetimlerin haklarını muhâfazayı kendi üzerine almış, bu hususta pekçok âyet-i kerîme inzâl buyurarak onlara güzel muâmelede bulunmayı emretmiştir.[7] Yetimle ilgilenip ihtiyaçlarını karşılamanın sarp yokuşu aşmak olduğunu haber vermiştir.[8] Bu sarp yokuşu aşarak, sırf Allâh’ın rızâsına ermek için kendinden evvel fakire, yetime ve esire ikram eden kullarını da medhetmiştir. (el-İnsan, 8)
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Sakın yetime kahretme! (Kötü muâmelede bulunup onu ezme!)” (ed-Duhâ, 9)
“Yetimlerin haklarını vermekte tam adâleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allâh mutlaka bilir.” (en-Nisâ, 127)
Toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmak yerine, aksine bir de onlara haksızlık yapmak ise, taşlaşmış ve inkârcı bir kalbin çirkin tezâhürlerindendir. Cenâb-ı Hak böylelerini tehdit ederek şöyle buyurur:
“Baksana şu dini, mahşer ve hesâbı yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez!” (el-Mâûn, 1-2)
Peygamber Efendimiz, yetimlere şefkatle muâmele eden mü’münleri en büyük mükâfâtla müjdelemiştir.
Bir gün:
“Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben cennete şu ikisi gibiyiz.” buyurmuş, aralarını biraz açarak işaret ve orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb, 24; Talak, 14)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetîme iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetîme kötü muâmele edilen evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)
“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allâh Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Medîne-i Münevvere’nin kenâr mahallesinde âmâ ve ihtiyar bir kadın vardı. Hergün ona uğrayarak ihtiyacını görmek isterdim. Fakat her gittiğimde benden önce birinin gelerek lüzumlu işleri yaptığını ve bu düşkün insanın ihtiyaçlarını karşıladığını görürdüm.
Bir gün merak ettim. “Acaba hergün bu sevabı işleyen zât kimdir?” diye düşündüm ve erkenden giderek bir yere saklandım. Bir de ne göreyim hergün gelip kadının işlerini gören o sâlih zât Halîfe Ebû Bekir imiş. Karşımda onu görüverince büyük bir şaşkınlık içinde:
«–Hayatıma yemin olsun ki o sensin?” dedim.[9]
“Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allâh da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr bahşeder.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, s. 470; Zemahşerî, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)
Cenâb-ı Hakk’ın burada medhettiği kullar, infakta bulunurken “…Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz…” derler. Fakat bunu açıkça muhtâçların yüzüne karşı söylemez, içlerinden ve hâlleriyle söylerler. Bu nükteye işâret etmek için âyet-i kerîmede “derler” ifâdesi açıkça söylenmeyip, dolaylı olarak ifâde edilmiştir.
Bu âyet-i kerîmelerde infak ile alâkalı bazı nükteler şöyledir:
a. Mü’min kardeşini kendine tercih etmek: Îsâr.
b. Fânî ve dünyevî gâyeler için değil, Allâh rızâsı için infâk etmek.
c. İnfak ederken muhtâcı rencide etmemek, teşekkür edâsı içinde vermek,
d. Kıyâmetin şiddetinden infak ile korunmak.
e. İhlâsla yapılan infakın Hak katında makbûl olacağı ve sâhibinin yüzünü ak edeceği.
f. Mü’minlerden bu nevi sâlih ameller îfâ etmelerinin istendiği.
C.İHTİYAÇ SAHİPLERİNE ve BORÇLUYA YARDIM
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksîm ediyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında Biz taksîm ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (ez-Zuhruf, 32)
Bu sebeple hâli vakti yerinde olanlar, “takdîr-i ilâhî”yi iyi idrak ederek ihtiyaç sahiplerine karşı hissiz kalmamalı, büyük bir ibadet vecdiyle yardımlarına koşmalıdır.
Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi’nin, muhtâca yardımla alâkalı bir hatırası vardır. Bir kış mevsimi, akşam vakti sokaktan yoğurtçu geçer, kızına yoğurt alalım mı diye sorar. Kızı evde yoğurt olduğunu ve ihtiyaçlarının bulunmadığını söyler. Biraz sonra yoğurtçu tekrar “Yoğurt alacak var mı?” diye sokaktan geçer. Hoca Efendi tekrar sorar. Kızı aynı cevabı verir. Hâdise bir kere daha tekerrür edince kızı dayanamayıp sorar:
“–Babacığım ihtiyacımız olmadığını söylemiştim. Bu kadar ısrarınızın sebebi nedir?”
Hocaefendi’nin cevâbı, hassas bir gönlün güzelliğini sergilemektedir:
“–Kızım adamcağızın ihtiyacı olmasa akşam vakti, bu kışta kıyamette niye bu kadar dolaşıp dursun. Biz şu yoğurdu alalım da zavallı evine gitsin. Sen yoğurtla yapacak bir şeyler bulursun. Bu şekilde garibin hâceti karşılanmış olur.”
{
Diğer taraftan, borç verme ibâdetini de yaşatmak mecbûriyetindeyiz. Yarın bâkî ikâmetgâha devrolunduğumuzda ne zenginin elinde böyle bir fırsat, ne de muhtâcın elinde böyle bir ihtiyaç kalacaktır. Durumu müsâit olanlar, birtakım bahânelerle borç verme ibâdetini terk etmemeli, buna mukabil borç alan kimseler de çeşitli sıkıntıları öne sürüp borcunu ihmâl ederek, bu fazîletli hasleti zedelememelidir.
Aynı şekilde yolda kalmışlara ihtimâm etmeli, onların duâlarını almaya çalışmalıdır. Zîrâ gurbette olan kimsenin gönlü Allâh’a daha yakındır. Bu sebeple de duâsı müstecâb olur. Cenâb-ı Hak yolculara o derece ihtimam göstermiştir ki, ne kadar zengin de olsalar, yolda muhtaç duruma düştüklerinde zekât dahî alabileceklerini beyân buyurmuştur.
D. İNFAK ETMEK
Allâh Teâlâ, kâinâtı ve içindekileri insanın emrine âmâde kılarak onu mes’ul tutmuştur. Evlâd, mal, mülk, sıhhat, hepsi bu muhtevâ içinde ona tevdî edilmiş emânetlerdir. İnsan bunları titizlikle korumak mecbûriyetindedir. Emânete gereği gibi riâyet edip onun üzerinde asıl sâhibi olan Allâh’ın rızâsı istikâmetinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet ve bereketi celbetmenin yegâne vesîlesidir.
Yunus Emre’nin:
Mal sâhibi, mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!
diyerek çok güzel ve veciz bir şekilde ifâde ettiği gibi mülk, gerçek mânâda Allâh’a âittir. Kula ancak muayyen bir zaman dilimi için tasarruf hakkı verilmiştir. Onun içindir ki, kâmil bir mümin olabilmenin şartlarından biri de “servet bir emânettir” şuuruyla yaşayabilmektir. Bu itibarla servetin, infak ölçülerinin dışında kullanılması, emânete hıyânet sayılır. Bu hıyânetin âhiretteki hesabı ağır olacağı gibi, dünyada da fert ve cemiyet planında nice buhranlara sebebiyet vereceği âşikârdır.
Dolayısıyla infak, sermâyenin bir kanser mikrobu gibi cemiyetin sulh ve sükûnunu ihlâl etmemesi ve fertler arasındaki hased ve düşmanlıkların ortadan kalkması için en tesirli bir çâredir.
Kur’ân-ı Kerîm’de 200 küsur yerde zikredilen infak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır. Yâni Rabbimizin ihsân ettiği nîmetleri yine O’nun uğrunda sarf etmektir. Buna göre müslüman da, hem malını hem de canını Allâh’a adayan insandır.
Servet sâhipleri, kendilerinin muzdarip ve muhtaç insanların yerinde olabileceklerini hiçbir zaman hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu bakımdan, imkân nispetinde infak seferberliğine katılma gayreti içinde bulunmalıdırlar. Zîrâ bu davranış, verdiği nîmetler sebebiyle Allâh Teâlâ’ya karşı fiilî bir şükür ifâdesidir.
{
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Mallarını Allâh yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allâh kime dilerse, ona kat kat verir. Allâh, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)
Allâh yolunda ve O’nun rızâsı istikâmetinde yapılan hayırların gerçek bereketi, niyet ve ihlâsa göredir. Önemli olan, amellerin ihlâs ve takvâ ile îfâ edilmesidir. Zîrâ Allâh Teâlâ, kendi rızâsı istikâmetinde yapılan en küçük bir hayra bile çok büyük bereketler ihsân eyler.
Cenâb-ı Hak, “el-Vehhâb”dır. Yâni her zaman, her yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol verir, karşılık beklemeden ve devamlı olarak lutfeder. Bu sebeple bütün mahlûkâtı da “verme” tabiatı üzere yaratmıştır. Şöyle ki:
Arı kendi ihtiyacının kat kat fazlası bal yapar, büyük bir intizâm ile paketler. Bunun cüz’î bir miktarını yer ve çoğunu insanlara ikrâm eder.
Meyve ağaçları nesillerinin devâmı için pek çok meyve verirler. Binlerce meyvenin içinden sadece birisi tohum olup ağaç bitirse kâfî gelir. Diğer meyveler ise insanların ve diğer canlıların istifâdesine arzedilir.
Hayvanlar kendi hayatlarını devam ettirmek için et besler, bir müddet yaşadıktan sonra da bütün etlerini insanlara ikrâm edip giderler.
Toprak, o kadar ezilmesine ve binbir hakârete rağmen devamlı ikram ve ihsân hâlindedir.
Bunlara bakarak insanın da diğergam olması, çalışıp kazandığı malın bir kısmını kendi ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra çoğunu infak etmesi lâzımgelir. Cenâb-ı Hak, tabiatta bunun binbir misâlini insana göstermektedir ki o da diğergam ve infak ehli bir kul hâline gelebilsin.
Cenâb-ı Hak, kendisine yakın olabilmemiz için sevdiklerimizden infâk etmemiz gerektiğini bildirerek şöyle buyurur:
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla birr’e (yani hayrın kemâl noktasına) erişemezsiniz. Her ne infâk ederseniz; şüphesiz Allâh, onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Âyet-i kerîmede geçen “birr” kelimesi; hayrın kemâl noktası, Allâh’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti mânâlarında tefsîr edilmiştir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak, onu bir başka âyet-i kerîmede şöyle târif buyurur:
“Birr, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl birr (sâhipleri), Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- (Allâh’ın rızâsını gözeterek) akrabâsına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazlarında devamlı ve dikkatli olan, zekâtını veren, verdikleri sözü tutan, felâket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte sadâkat gösterenler, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.” (el-Bakara, 177)
İyiliğin, sadâkatin ve takvânın târif edildiği bu âyet-i kerîmede infaka genişçe yer verilmiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Allâh Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:
“Ey âdemoğlu! (Allâh için) infak et ki, sana da infak olunsun!” (Buhâri, Tefsîr, 11/2; Nefekât 1; Müslim, Zekât 36, 37)
İnfâkın en kıymetli vakitleri ise müslümanların zayıf ve muhtaç olduğu zamanlardır. Allâh Teâlâ, insanların maddî veya mânevî ihtiyaçlarının had safhada olduğu bir devrede infak eden kullarını diğerlerinden ayırmış ve onlara “Fetih’ten önce infak edenler” diye üstün bir pâye vermiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Size ne oluyor ki, Allâh yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. İçinizden, Fetih’ten önce infak eden ve savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allâh, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allâh, yaptıklarınızdan haberdârdır.” (el-Hadîd, 10)
İnfak, sadaka ve hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı gibi görünse de, hakîkatte insanın kendi nefsine doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkîn eder.
Çünkü iyilikler bu sûretle benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet peydâ eder. Nitekim âyet-i kerîmede zekât ve infâkın, hem malı temizlediği hem de kalbi arındırdığı bildirilmiştir. (et-Tevbe, 103)
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi.
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise zengin bir mal varlığına sahipti) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesai, Zekat 49)
Hadîs-i şerîf, tasadduk edilen malın hacminden ziyâde tasadduk edenin fedâkârlığının ehemmiyetini göstermektedir.
Demek ki hakîkî zenginlik, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu iledir. Gerçek mü’minler de, gönül zenginliği nîmetine sâhip olup, imkânları nisbetinde infakta bulunanlardır. Zîrâ infak, her mü’minin mükellef bulunduğu diğergâmlık ve hassâsiyet gibi duyguların kâmil bir tezâhürüdür.
İnfakta bulunurken dikkat edilecek bazı edeb kâideleri şunlardır:
1. İhlâsa dikkat etmeli, gösterişe kaçarak ve dünyevî maksatlarla infakta bulunmamalıdır. (el-Bakara, 264)
2. “Sağ elin verdiğini sol elin duymayacağı” şekilde vermelidir. Bu şekilde infâk edenler, günâhları affedilen ve kıyametin dehşetli ânında Arş’ın gölgesi altında bulunacak olan mes’ûd kimselerdir. (el-Bakara, 271; Buhârî, Ezân, 36)
3. Başa kakmak ve incitmek sûretiyle sadakaları boşa çıkarmamalıdır. Cenâb-ı Hak, bu husûsu ısrarla emreder. (el-Bakara, 262-264; el-İnsân, 8-11)
4. Kişi, kendine verildiğinde gönül huzûruyla alamayacağı kalitesiz ve bayağı şeyleri, fakirlere infak diye vermemelidir. (el-Bakara, 267)
5. Bilhassa veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir.
Hazret-i Hatîce vâlidemiz varlıklı bir hanım idi. Mekke-i Mükerreme’nin başta gelen zenginlerindendi. Canını, malını ve bütün varlığını Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadı. İslâm’ın ilk yıllarında Allâh’ın dînine en kuvvetli maddî ve mânevî destek bu mübarek vâlidemiz oldu. Bu sebeple Vefâ Güneşi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu hiçbir zaman unutmadı, hep hayırla yâd etti.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, da ticaretle meşgul olan varlıklı bir zât idi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e peygamberlik geldiğinde 40 bin dirhem servete mâlikti. Malının büyük bir kısmını İslâm uğrunda infâk etti, kalan 5 bin dirhemi de hicret ederken yanına aldı.
İlk günlerde müslüman olup da işkencelere mâruz kalan köleleri büyük meblağlar ödeyerek satın alır ve hürriyetlerine kavuştururdu. (İbn-i Hişâm, I, 341; Taberî, XXX, 279, [el-Leyl, 5-7 tefsirinde])
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu sözü meşhurdur:
“Bana dünyâdan üç şey sevdirildi: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüzüne bakmak, kızımın O’na zevce olması ve malımı O’nun yolunda harcamak.”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize tasaddukta bulunmamızı emretmişti. O günlerde malım da vardı. Kendi kendime, «Ebû Bekir’i geçersem ancak bugün geçebilirim.» dedim ve malımın yarısını getirdim. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ehline ne bıraktın?» buyurdu.
«–Şu getirdiğim kadar da onlara bıraktım.» dedim.
Ebû Bekir de elinde bulunan malın tamamını alıp getirdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?» buyurdu.
«–Onlara Allâh ve Rasûlü’nü bıraktım.» cevâbını verdi.
Kendi kendime, «Vallâhi onu hiçbir hususta kesinlikle geçemem!» dedim.” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, sâhip olduğu kırk bin dinarın on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini de açıktan olmak üzere tamâmen tasadduk etmişti. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infak edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar hiçbir zaman mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 274) (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 44)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Yâ Âişe! Yarım hurmayla bile olsa fakiri geri çevirme!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 37/2352)
E. KANAAT VE İSTİĞNA
Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün elini açıp tutumsuz da olma! Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)
“Kendileri muhtaç olsalar bile, başkasını daha çok düşünürler.” (el-Haşr, 9) buyurarak medheder.
“Cömert insan, Allâh’a, cennete ve insanlara yakın; cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, cennete ve insanlara uzak; cehennem ateşine yakındır!” (Tirmizî, Birr, 40)
“Yeryüzündeki her canlının rızkını Allâh üstlenmiştir.” (Hûd, 6)
“Orada hem sizin için hem de rızıkları size âit olmayanlar için (gerekli) geçim vâsıtaları yarattık.” (el-Hicr, 20)
“Nice canlı mahluk var ki rızıklarını kendileri taşıyamaz (temin edemez.) Ama onları da sizi de rızıklandıran Allâh’tır. O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)
“…Rızkı Allâh katında arayın!..” (el-Ankebût, 17)
“Şüphesiz bu, bizim verdiğimiz rızıktır, onun bitip tükeneceği yoktur.” (Sâd, 54)
Peygamber Efendimiz, kanaatkâr kimseleri şöyle medheder:
“Müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, Allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, asıl zenginliğin, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olduğunu belirtmiştir. Buna göre herkes, kanaat ve istiğnâsı kadar zengindir. Kanaat ise hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi, bitmez-tükenmez bir hazinedir. Gerçek mü’minler de, bu zenginlik nîmetine sâhip olup infakta bulunan kimselerdir.
İstanbul’da bulunan Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’mızda şâhid olduğumuz kanaat ve istiğnâya dâir nice misallerden iki tânesi şöyledir:
Vakfımız, bir anne ve oğluna yardım ediyordu. Oğlu felçliydi, üniversiteyi bitirmişti. Bir gün bu anne geldi, vakfa teşekkür etti ve:
“−Bundan sonra yardım almayacağım, benden daha muhtaç olanlara verirsiniz. Çünkü oğlum vefât etti. Son aldığım parayla da çocuğumun cenâzesini kaldırdım. Artık benim bir tek kuru başım kaldı. Onu da nasıl olsa idâre ederim. Bana vereceğiniz parayı, bizim eski durumumuzda olan muhtaç bir âileye verirsiniz.” dedi.
Yine, beyi vefât etmiş, yetimleri ile kalmış, Hollandalı bir âileye de yardım ediliyordu. O da bir gün vakfımıza mektup yazdı:
“−Artık beyimin borçlarını ödedim. Onu kul hakkından kurtardım. Kendi emeğimle geçinecek durumdayım.” diyerek teşekkür ediyordu.
İşte, asâlet ne mal iledir ne de yokluk ile; asıl asâlet, kalbdeki cevher iledir.
F.VAKİFLARIN TEMEL FELSEFESİ VE VAKİF MEDENİYETİMİZ
Vakıf tesisindeki esas gâye, Allâh’ın yüce rızâsına nâil olup âhiret selâmetine ermektir.
Tâ başlangıcından beri vakıflar, bu minvâl üzere kurulmuş ve aynı şekilde devam etmiştir. Öyle ki bu gâye, «et-takarrub ilâllâh» (Allâh’a yakınlık vesîlesi) şeklinde vecîzeleştirilmiş ve vakfın sıhhat şartlarından biri olarak kabul edilmiştir.
Bu itibarla vakıf husûsunda derin bir hassâsiyete bürünmek ve bu ilâhî emânete diğerlerinden daha çok riâyet etmek zarûrîdir.
Halk ağzında kıssa olarak anlatılagelen Süleymân -aleyhisselâm- ile serçe kuşu arasındaki şu hâdise de çok ibretlidir:
Birgün Süleymân -aleyhisselâm-, serçe kuşunu azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleymân -aleyhisselâm-’ı tehdid ederek:
“–Senin saltanatını mahvederim!” dedi.
Süleymân -aleyhisselâm-:
“–Senin cüssen ne ki, benim saltanatımı mahvedeceğini söylüyorsun!..” dedi.
O küçük kuş şöyle cevap verdi:
“–Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan bu toprağı sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!..”
Kıssadan hisse olarak bu hâdise, vakıf mallarına karşı ne kadar hassas ve dikkatli davranmak gerektiğini göstermektedir.
Vakfın idâresi ve korunması husûsundaki hassâsiyet, İslâm’da o derecede ehemmiyet kazanmıştır ki, « شَرْطُ الْوَاقِفِ كَنَصِّ الشَّارِعِ » yâni “Bir malı vakfedenin koyduğu şart, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu hüküm gibidir.” sözü bir düstûr olmuştur. Nasıl ki bir âyetin değiştirilmesi düşünülemezse, aynen onun gibi vakfedenin şartlarının değiştirilmesi de düşünülemez. Asırlar önce yapılmış vakıfların pek çoğunun mâhiyet değişikliğine uğramadan bize kadar intikal etmeleri, hep bu temel kâideye riâyet bereketiyledir.
{
Vakıf, târihte ilk önce herkesin birlikte ibâdet ettiği mekânlarda başlamış, sonradan birçok ictimâî sahayı içine alarak genişlemiştir:
Âlemlere rahmet ve üsve-i hasene (örnek şahsiyet) olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” (Tirmizi, Birr, 16) buyurmuş ve vakfın fiilî nümûnelerini de kendi hayatında sergilemiştir. Mâlum olduğu üzere O, her sahada ümmetine mükemmel bir örnektir. Nitekim, Medine-i Münevvere’de sâhibi bulunduğu yedi hurma bahçesini, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendi hissesine düşeni Allâh yolunda vakfetmiştir. Bunu gören ashâb-ı güzîn de, ellerindeki imkânlardan pek çok kıymetli gelir getiren emlâki, aynı şekilde vakfetmişlerdir.
Allâh yoluna infakta, sevilen şeylerden ve gönülden verme husûsu çok mühimdir. Birgün ashâb-ı kirâm, Mescid-i Nebevî’de toplanmış, Rasûlullâh’ın feyizli sohbetini dinlemekteydiler. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir ara şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdular:
َلنْ تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Derin bir vecd hâlinde Rasûlullâh’ı dinleyen ashâb-ı kirâm, bu âyet-i kerîmeyi de kendi iç dünyalarının derinliklerinde hissedebilmenin ve bu ilâhî dâvetin muhtevâsından hareketle, ellerinde ne varsa hepsini infâk edebilmenin muhâsebesine dalmışlardı.
Bu mübârek sahâbîlerden biri de Ebû Talha -radıyallâhu anh- idi. Onun Mescid-i Saâdet’e yakın, içinde altı yüz hurma ağacı bulunan kıymetli bir bahçesi vardı ve burayı pek severdi. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i sık sık dâvet edip ikramlarda bulunarak da bahçesini bereketlendirirdi.
Ebû Talha -radıyallâhu anh-, bu âyet-i kerîmenin tesiriyle, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlallâh! Cenâb-ı Hak kitabında:
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e eremezsiniz!..” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. Şüphesiz servetim içinde en kıymetli ve bana en sevimli olanı, Beyruhâ diye bilinen bahçemdir. Şu andan itibâren onu Allâh ve Rasûlü’ne bırakıyorum. Umarım ki bu sâyede Rabbim beni birre (hayrın kemâline) ulaştırır ve onu bana âhiret azığı eyler. Yâ Rasûlallâh, artık bu bahçede Allâh’ın sana gösterdiği istikâmette tasarruf et.”[10]
Rivâyetlere göre bu sözlerinin ardından Ebû Talha -radıyallâhu anh-, bu güzel kararını derhal tatbik etmek için bahçeye gitti. Bahçeye vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken buldu. Ebû Talha bahçeye girmedi. Hanımı sordu:
“–Yâ Ebâ Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsen ya!”
Ebû Talha:
“−Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver.” dedi.
Beklemediği bu cevâb üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:
“–Neden yâ Ebâ Talha! Bu bahçe bizim değil mi?”
Ebû Talha:
“–Hayır, artık bu bahçe Medîne fukarâsınındır.” diyerek âyet-i kerîmenin müjdesini ve yaptığı fazîletli infâkı sevinç ve neşe içinde anlattı.
Hanımının:
“−Bahçeyi ikimiz nâmına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın?” suâline de:
“−İkimiz nâmına.” diye cevap veren Ebû Talha, bu sefer hanımından huzur içinde şu sözleri dinledi:
“–Allâh senden râzı olsun Ebû Talha! Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim. Allâh hayrımızı kabul buyursun. İşte ben de bahçeyi terk edip geliyorum!”
{
G. TARİHİMİZDE VAKIF MÜESSESELERİ
Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve onun seçkin sahabîlerinin yürüdüğü yolu tâkib etmekte büyük bir dirâyet ve hassâsiyet göstermiş olan Osmanlılar, kendi dönemlerine gelinceye kadar belli bir ölçüde devam etmiş olan vakıf tesis etme fazîletinde zirveye ulaşmışlardır. Gerçekten vakıflar, gerek kemiyet ve gerekse keyfiyet itibâriyle en büyük gelişmeyi Osmanlı devrinde göstermiştir.
Osmanlılarda vakıf, millet sâyesinde kazanılan serveti, tekrar o toplumun istifâde ve hizmetine sunan bir vefâ müessesesi olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar, meşrû yollardan edinilmiş mâlî imkânları, kendisi ve ailesine tahsis etmekten ziyâde, umûmun istifâdesine sunmak ve bu sûretle Allâh’ın rızâsını kazanma gâyesiyle vücud bulmuş müesseselerdir.
Bu hususta o denli mesâfe alınmıştır ki, sadece insanların ihtiyaçlarını dikkate almakla yetinilmemiş, vakıf müessesesinde kökleşen İslâmî muhabbet ve şefkat, hayvanları ve bitkileri bile şümûlüne almıştır.
Osmanlılar, hadîs-i şerîfte buyurulan:
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, II, 8) beyânını kendilerine düstûr edinerek vakıf yoluyla sayısız muazzam ve kalıcı eserler vücûda getirmişlerdir.
{
Osmanlı’da kurulan vakıfların çeşitlerini ve hizmet sahalarını tam olarak tespit ve tâdâd etmek mümkün değilse de, bunların şümûlü hakkında bir fikir sâhibi olabilmek için birkaç ehemmiyetli misâli şöyle sıralayabiliriz:
-Câmî, mescid, tekke, zâviye ve türbelerin inşâ ve bakımı,
-Medrese, dâru’l-huffâz, dâru’l-hadîs vb. ilim müesseleri,
-İmârethâneler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar ve dâru’ş-şifâ hizmetleri,
-Namazgâh, kütüphâne ve misâfirhâneler,
-Kuyular, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller,
-Aşevleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları;
-Esir ve köle âzâd etmek,
-Fakirlere yakacak temin etmek,
-Efendileri tarafından azarlanmaması için, hizmetçilerin kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak,
-Yetim kızlara çeyiz hazırlamak,
-Borçluların borçlarını ödemek,
-Dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek,
-Mektep çocuklarına gıdâ ve giyecek yardımı yapmak,
-Fakir ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak,
-Bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek,
-Yaşlı ve kimsesiz hanımları korumak.
Bunlara ilâveten akla gelebilecek her sahada vakıf tesis eden Osmanlılar, kendi medeniyetlerini âdetâ bir “vakıf medeniyeti” telâkkî ettirecek ölçüde hayır ve hasenât zenginliği ortaya koymuşlardır.
Gerçekten vakıflar, Osmanlı Medeniyeti’nin bir alâmet-i fârikası sayılabilir.
Ecdâdımızın dînî hassâsiyetini belirtmeye vesîle olduğu için bir noktayı önemine binâen açıklamak isteriz. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye âit olmak üzere binlerce vakıf kurulmuştur ki, bunlara umûmî bir isimle “Harameyn vakıfları” adı verilir. O mübârek topraklarda ictimâî sulh, sükûn ve refâhı sağlamak için bu nevi vakıflara, orta Avrupa’dan Yemen’e kadar her tarafta rastlanmaktaydı ve bunlar için ayrı bir idâre kurulmuştu. Bu vakıf gelirlerine ilâveten hemen her pâdişâh, İstanbul’da dokunan Kâbe örtüsünün gönderilişi sırasında hem Harameyn ve hem de mücâviri olan ahâlî için çeşitli hediye ve ihsânlarda bulunurdu. “Surre alayı”[11] denilen bu an’ane, devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.
Bu hediyeler zamanla Harameyn dâhilinde büyük bir yekûn teşkil etmiştir. Nitekim I. Cihan Harbi sırasında Şerif Hüseyin ve avenesi İngiliz tahriklerine kapılmış ve Osmanlı’ya isyân etmişti. Bu isyâna karşı Medîne müdâfaasını gerçekleştiren Fahreddin Paşa, Medîne hareminde mevcut bu kıymetli eşyaların yağmalanmasını önlemek maksadıyla, onları sandıklara yerleştirerek İstanbul’a göndermişti. Bunların 300’den fazla sandık teşkil etmesi, sadece Medine haremine gönderilen Osmanlı hediyelerinin azameti hakkında bir fikir vermeye kâfîdir.
Başta Osmanlı pâdişahları olmak üzere, pek çok devlet adamlarının ve diğer hayırsever zenginlerin o mübârek ve mukaddes beldelere tahsîs ettikleri vakıflar sâyesinde oralarda yürütülen hizmetler, bütün ehl-i İslâm’ın takdir ve şükrânını kazanmıştır.
{
Diğer taraftan yaşlı ve kimsesiz hanımları korumak için kurulan vakıflar da câlib-i dikkattir. Bunlar, doğrudan yardım yaparak bu ihtiyar hanımların onur ve haysiyetlerini zedelememek için, onlara temizlenmiş, yıkanmış ve taranmış yün temin eder ve o ihtiyarlar da bunları eğirip iplik hâline getirirlerdi. Onların âhir ömürlerini huzur içinde geçirebilmeleri için bu emeklerinin mukâbilinde onlara dolgun ücretler veren vakıf yetkilileri, bu hizmetleriyle kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışan bu ihtiyarların, emekleriyle geçinmesine yardımcı olurlardı.
Osmanlı’da vakıf duyarlılığı o kadar zirveleşmişti ki, bunlar yukarıda da temas etmiş olduğumuz gibi sadece insanları değil, hayvanları, hattâ bitkileri bile şümûlüne alan bir genişlik kazanmıştı. Hakîkaten Osmanlılarda yaralı kuşlara, hasta hayvanlara ve göç edememiş olan leyleklere bakmak için tedâvi merkezleri kurulmuş ve bunların masrafları bu maksatla kurulan vakıflarca karşılanmıştır.
Bununla alâkalı olarak Osmanlı topraklarında geçirdiği zaman zarfında gördükleri karşısında hayretler içinde kalan Fransız Comte de Bonneval, şaşkınlık içinde:
“Osmanlı ülkesinde verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler bile görmek mümkündür.” demiştir.
{
Vakıf tesisi, mânevî bir olgunluk tezâhürü olduğundan bu faaliyet, mürşid-i kâmillerin irşad ve rûhâniyetinden istifâde eden topluluklarda çok daha geniş bir sûrette gerçekleşmiştir. Çünkü diğergâmlık, cömertlik, ihlâs ve samîmiyet -kâmil mânâsıyla- rûhî olgunlaşmanın bir netîcesidir.
Osmanlı ictimâî hayatında tekkeler birer mânevî terbiye merkezi olarak oldukça yaygın bir müessese idi. Buralar, halkın “şifâhî kültür”ü aldığı ve ahlâkî olgunluk kazandığı birer merkez durumundaydı. O kaynaktan fışkıran mânevî feyz de, vakıf tesisini ve ictimâî dayanışma ve yardımlaşmayı had safhaya ulaştıran ciddî bir müessirdi. Esâsen bu müesseselerin kendileri vakıf olduğu gibi, oralarda mânevî terbiye alan pek çok kimsenin de, -vakıf insan- vasfını kazanarak başka yerlerde birçok vakıf tesis ettikleri, târihin sayısız şehâdetiyle sâbittir.
O derecede ki, bu feyizli hayır faâliyetlerinin neticesi olan müesseselerin pek çoğu, bunca ihmâle rağmen hâlâ varlığını sürdürmekte ve bugünkü cemiyetin yaralarını sarmakta da en esaslı müessirlerden biri olarak devam etmektedir. Hakîkaten câmiler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastahâneler, hattâ içtiğimiz sular ve daha isimlerini sayamadığımız nice hayır hizmetleri, onlardan bugüne kalan muazzez emânet ve hâtıralardır.
Osmanlı’da padişahtan halka kadar hemen herkes vakıf şuur ve hassâsiyetine sâhipti. Topluma mânen yol gösteren mürşid-i kâmiller de insanları her fırsatta bu hayra teşvik ediyorlardı. Meselâ Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, III. Murad’a yazdığı bir mektupta:
“Deden Kanunî Sultan Süleyman nasıl Istırancalar’dan su getirip İstanbul halkını suya kavuşturdu ise, sen de Bolu ormanlarından odun getirip bu kış İstanbul halkına tevzî et (dağıt)!” tavsiyesinde bulunmuştur.
Dünya coğrafyasının büyük bir kısmına hâkim olan ve târihî hâdiseleri istediği mecrâdan akıtan Osmanlılar, cemiyetlerindeki huzur ve sükûnun te’mînini büyük ölçüde vakıflarla sağlamışlar, zengin-fakir, güçlü-güçsüz hemen herkesi rûhânî bir kardeşlik heyecanı içinde yaşatmışlardır.
Öyle ki Osmanlı toplumu, bu zengin vakıf kültürü sâyesinde, bugünkü medenî milletlerin emeli olan “sosyal adâlet”in daha o zaman zirvesine çıkmıştır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı edebiyatında yıkılış dönemine kadar “roman” mevcut olmamıştır. Merhum Cemil Meriç, romanın bizdeki zuhûrunun gecikmesini:
«−Osmanlı hayatında dram yoktu ki, roman olacaktı!» ifâdesi ile güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Osmanlı’da vakıflar aracılığıyla yapılan hayır hizmetlerinin tatbikâtında riâyet edilen en mühim hususlardan biri de, yardım eden ve edilenin birbirlerini tanımamalarıdır. Bu sâyede hayır sâhipleri riyâ illetinden kurtulup daha makbûl olan gıyâbî duâlardan da hissedâr olmuşlardır. Ayrıca bu yardım, mescidler ve tekkeler vâsıtası ile tevzî edildiğinden, halkın inanç dünyasının güçlenmesine de vesîle olmuştur.
Bu vesîleyle şunu ifâde etmeliyiz ki, İslâm’ın güzel bir sûrette anlaşılıp tatbik edildiği Osmanlı cemiyetinde, insanların olgunluğunu ve birbirlerine hayal ötesi bir merhamet ve tesânüd (dayanışma) hissiyle nasıl kenetlendiklerini anlayabilmek için, vakfiyelerin muhtevâlarına gözatmak bile kâfîdir. Onların derin düşünce ve hassâsiyetlerinin meşheri olan vakfiye muhtevâları ve buna dâir tatbikât, medeniyetimizin yüzakı olan keyfiyetleridir.
Düşününüz ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine kırmızı bir çiçek konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğine bu sûretle muttalî olur ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.
Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıfların gerçek adedini tespit edebilmek çok zordur. Ancak bunların 26.300 kadarı tespit edilebilmiştir ki, bu sayı da ecdâdımızdaki diğergâmlığın şümûlünü göstermesi bakımından hayli ibretlidir.
{
Vakıfların îfâ ettiği vazîfe, devletlerin sarsılıp dış ve iç meselelerle zayıf düştüğü dönemlerde daha büyük bir ehemmiyet arz eder. 93 Harbi (1877-78 Türk-Rus harbi) neticesinde Rumeli’de büyük ölçüde toprak kaybetmemiz üzerine İstanbul’a akın eden yüzbinlerce perişan göçmen kafilelerinin yaralarını sarma husûsunda, devletten ziyâde vakıflar rol oynamıştır.
Onların yeme-içme ve barınma gibi ihtiyaçları uzun zaman vakıflar sâyesinde temin olunmuştur.
Aynı hizmetler, Balkan Harbinden ve I. Cihan Harbi esnâsındaki karışıklık ve sefâletten sonra da görülmüştür.
O derecede ki; yerinden yurdundan olmuş milyonlarca insan, hayatlarını zengin Osmanlı vakıfları sâyesinde devam ettirebilmişlerdir.
Bunun en yeni misâli ise, 17 Ağustos 1999’daki büyük Marmara depremidir. Burada da vakıflar şayân-ı şükran hizmetler îfâ etmişlerdir ki, bunlara dâir müşâhedelerin hâtıraları, milletin hafızasında henüz dipdiri durmaktadır.
Ancak vakıflar böyle umûmî buhranlar için değil, daha ziyâde, ihtiyaçlarını gidermekte âciz kalan kimseler için tesis olunur. Bu keyfiyet devlet ve milletin en kuvvetli olduğu zamanlarda bile cârîdir.
Taassup bilmeyen insaniyetperver atalarımızın ırk ve mezhep farklarına bakmayarak bütün insanlar için tesis ettikleri hayır ve hasenât müesseseleri, Hristiyan-Garb’ın yalnız tarafsız müelliflerini değil, muhtelif sebeplerle Türkler’e menfî bir şartlanma ile bakan seyyahlarını ve araştırmacılarını bile asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Nitekim İsmail Hâmi Danişmend “Eski Türk Seciye ve Ahlâkı” adlı eserinde konuyla ilgili sayısız örneklere yer vermiştir. Bunlardan bir kısmını aşağıya alıyoruz.
Meşhur seyyah Du Loir, Paris’te neşrolunan seyahatnâmesinde şöyle der:
“Türk örf ve adetlerinin son husûsiyetlerini de size şöylece hülâsa edeyim:
Onların hayır ve hasenâtı yalnız insanlara değil, hayvanlara bile şâmildir.
Bütün Osmanlı ülkesinde “imâret” denilen misafirhâneler vardır. Buralarda vakfedenin koyduğu şart gereğince, hangi dîne mensub olursa olsun, bütün fakirlere ihtiyaçları nispetinde yardım edilir. Bütün yolcular, imârethânelerde üç gün kalabilir ve kaldıkları müddetçe her öğünde birer tabak pilavla ağırlanırlar.
Şehirlerde yol kenarlarında bu imâretlerden başka her türlü şahsa kapıları dâimâ açık duran ve “kervansaray” denilen umûmî binalar da vardır.
Bazı Türkler de hayrat olarak yol boylarında yolcuları susuzluktan kurtarmak için çeşmeler yaptırırlar. Bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller inşâ ettirirler. Buralarda tıpkı resmî dâirelerde olduğu gibi aylıklı memurlar vardır; vazifeleri isteyenlere su vermektir.
Zenginler, hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlar. Zarûretlerini söylemekten utanan fakirlerin ihtiyaçlarını, misli görülmemiş bir hassâsiyet ve gizlilik içerisinde araştırıp onlara yardım ederler.”
De la Motraye de şöyle der:
“Osmanlı ülkesinde birisinin evi yanıp bütün aile efrâdının dünyalık nâmına nesi varsa hepsi kül olup gitse bile, diğer toplumlarda görülen kadın hıçkırıkları ve çocuk ağlamaları onlarda görülmez. Bütün servetleri böyle yok olmuş kimselerde Allâh’ın takdîrine karşı tam bir tevekkül ve teslîmiyet görülür. Hayırsever ahâli, derhal evin yeniden inşâ edilip döşenmesine kâfî gelecek miktarda ve hattâ bazen lüzûmundan fazla yardımda bulunur.”
{
Diğer taraftan, Osmanlı döneminde kurulan, tespit edilebilmiş 26.300 vakfın 1.400 kadarının hanımlar tarafından kurulmuş olması da, dikkat çekicidir.
Bunlardan Anadolu ve Rumeli’de bir çok hayır müesseseleri yaptıran Nur Banu Valide Sultan,
Eminönü Yeni Cami’nin temelini attıran Üsküdar’da Çinili camii ve mektep medrese ve çeşme yaptıran, ayrıca gelinlik kızların evlendirmek için vakıflar kurmuş Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan, Yeni Camiyi ibadete açtıran Kösem Sultan, İstanbul Aksaraydaki Valide Camiini yahtıran, pek çok kütüphane çeşme ve mektep yaptıran Pertevniyâl Vâlide Sultan, İstanbul Edirnekapı’da ve Üsküdarda camiler yaptıran Mihrimâh Sultan , Vakıf guraba hastanesi yaptıran Bezmiâlem Vâlide Sultan, bunlardan birkaçıdır.
Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne güzel söyler:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen!..
………
Akıllı isen, garîblerin gönlünü avla,
Mustafâ gibi ülkeyi gezip yetîm ara!..
Yunus Emre Hazretleri, hayır yapmanın ve yoksullara ufacık da olsa bir yardımda bulunmanın karşılığını, veciz bir şekilde ne güzel ifâde eder:
Doğru yola gittin ise,
Er eteğin tuttun ise,
Bir hayır da ettin ise,
Birine bindir az değil.
Bir miskini gördün ise,
Bir eskice verdin ise,
Yarın anda sana gele,
Hak libâsın biçmiş gibi.
[1] el-A‘râf, 151. [2] el-A‘râf, 156. [3] Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, IV, 185/7310. [4] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, İstanbul 1969, IV, 284. [5] Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87. [6] Bkz. Tirmizî, Zekât, 28/664; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 108. [7] el-Bakara, 83, 177, 215, 220; en-Nisâ, 2-3, 6, 8, 10, 36, 127; el-En’âm, 152; el-Enfâl, 41; el-İsrâ, 34; el-Kehf, 82; el-Haşr, 7; el-İnsan, 8. [8] el-Beled, 11-16. [9] Suyûtî, Tarîhu’l-hulefâ, Mısır, 1969, s. 80; Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, İstanbul 1985, s. 120. [10] Bkz. Buhârî, Vesâyâ, 17. [11] Surre Alayı: Pâdişahların, hac mevsiminden önce, Receb ayında İstanbul’dan Mekke ve Medîne’ye, oranın en ileri gelenlerinden en yoksullarına varıncaya kadar dağıtılmak üzere husûsî bir tören düzenleyerek bir alayla gönderdikleri para, altın ve hediyelerdir. (Bkz. Münir Atalar, Surre-i Humâyûn ve Surre Alayları, s. 2)